banner4
13.02.2021, 08:46

Beşerî ve Toplumsal Kaderimizin İlâhî Kodları

Kader meselesi, beşerin tek dini olan İslâm’ın değil, insanlığın meselesi olarak anlaşılmalıdır. Zira İslâm, bu meseleyi daha başından itibaren kucağında bulmuş ve değişik açıklamalarla konuyu izah etmeye gayret göstermiştir. Ancak “mesajı anlama” konusunda son derece etkin olan insan faktörünün geçmişten getirdiği kültürel kazanımları gereği, bir süre sonra onun “ne dediği” değil, geleneksel olarak kabul edilen “mevcut yaklaşımlar” devreye girmiştir. Bu şekilde din açısından son derece problemli olan okumalar baş göstermekle kalmamış, aynı zamanda konu hakkında geleneksel algıyla paralellik arz eden değişik rivâyetler de gündeme gelmiştir.

Sonuçta Kur’an âyetlerinin ne dediğinden çok, kültürün ne dediğine uygun olan okumlar yapılmakla kalmamış, konu hakkında kültürel algıları besleyen rivâyet malzemesi öne çıkmıştır. Doğal olarak bu okuma ve üretme sürecinden sonra Yüce Allah’ın kitabında ne dediği tamamen buharlaşmış ve insan faktörünün algılamaları “dinî yaklaşım” olarak sunulmaya başlanmıştır. Bugün için elimizdeki malzemelerin daha ziyade bu noktayı imler oluşu, vahyin insan merkezli ve insan algılarını onaylayan tarzdaki okumalarının öne geçmesi neticesinde oluşmuştur diyebiliriz.

Kur’an’ın sistematik bir şekilde okunuşu, geleneğin vülgarize ettiği kader yaklaşımının cebrî yönünü asla onaylar nitelikte değildir. O yüzdendir ki, geleneğin kader algısı açık âyetler üzerinden değil, daha ziyade rivâyetler üzerinden tahsis edilmiştir. Bu noktada hemen herkes kendi anlayışını onaylayan veya işaret eden âyetleri bulmakla mâhir durumdadır. Bağlamlarından koparılan âyetlerin eldeki rivâyet malzemesiyle desteklenmesi akabinde vahyin kader anlayışı “ezelî yazgı” formuna sokulmuştur. Aynı çevrelerde varoluşsal kaygıları öne alan son derece güçlü okumalara ise “sapkın okuma” şeklinde yaklaşılmıştır. Hatta epistemolojik ve ontolojik yaklaşımlar dahi, “tahrif etme” olarak lanse edilmiştir.

Nihayetinde Yüce Allah’ın insana verdiği güç ve bu gücün kullanım alanları, insanın yazılanları işler hâle soktuğu anlayışı üzerinden açıklanmıştır. Olayın sadece “tanrısal güç” açısından ele alınması demek, insan sorumluluğu ile gücü arasındaki dengenin kaybolması, hesap-kitabın buharlaşması ve insanın etik ve estetik değerlerinin kadîm yazgıya uygun olan “paket programa” dönüşmesi anlamına gelmektedir. Gelinen bu son aşamada Müslüman ya da dindar toplumlarda “özgür insan” formunun asla ve kat’a üremediği gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Kur’an’a göre kader olgusunu izah eden âyetlerin değişik bağlamları bulunmaktadır. Bunların ilki Yüce Allah’ın bilgi ve kudretini öne alan vurgulardır. Bu vurgulara göre Yüce Allah, bilgi ve kudreti gereği varoluş yasalarını belirlemiştir. Bu yasaların özneden bağımsız olarak işleyen bir yanı bulunmaktadır. Yani ilgili yasal durumlar her daim “kim yaparsa” gibi bir gerçeklikten hareket eder. Bu anamda kader, “takdir etmek” yani “ölçü koymak” anlamına gelmektedir. Hayatın hemen her alanında geçerli olan kader olgusu; her daim belirlenmiş ölçü, takdir edilmiş süreçler ve kıymetlendirilmiş olgular üzerinde belirginleşiştir. İnsanın objektif olarak görüp tanıyabileceği bu kurallar, iş ve eylem yaparken dikkate alacağı belirlenimlerdir. Haddizatında insan için son derece bilinir olan bu süreç ve sonuçlar, bütünüyle insanın kurtuluşu için deklere edilmiştir. İster kevnî/varlık yasaları olsun, ister sosyal hayatı domine eden genel-geçer kurallar/sünnetullah olsun, isterse de kişisel/bireysel tutumları açık eden psikolojik keşfe hazır bir yasalar olsun hemen hepsinin “fıtrat” denilen yasal dili bulunmaktadır.

Ontolojik, metafizik ve fizik yasaların insan için belirgin olan tutumları iktiza etmesi ise, ilgili yasaların dilini çözen insanın son derece korunaklı bir ilişki içinde hayatını devam ettirebildiğine işaret eder. Yaratılmış olan varlığın hemen her durumunu belirleyen bu yasal hâller, eşya ve insanı dizayn eden varlık kanunları olarak bilinir. Üstelik insan eylemlerini belli standarda oturtmak isteyen ahlâk yasaları da bu kanunun değişik bir boyutudur. Mutlak manada bilinmelidir ki, insanın isteğine göre bu yasalarda değişiklik olmaz. Olan şey, insanın tutum ve davranışları gereği yasaların işleyişlerinden kurtulabilmesi ve o konudaki diğer yasaya veya Allah’ın diğer kaderine yani Allah’ın diğer yasasına geçişin mümkün olmasıdır.

İslâm’ın kader konusundaki en değerli buyruğu, herkesin yaptığından sorumlu olacağını ifade eden, “insanların kaderlerini boyunlarına doladık” ifadesidir. Bu kuralın Allah’ın mutlak kaderi yani emri ve belirlediği ölçü, kural ve yasası olduğu bilgisi ise, Kur’an’da son derece net bir şekilde açıklanmıştır. İnsanların bu tercihleri dışında olan belirlenmişliklerden hesap vermeyeceklerdir. Onların hesap verme alanındaki kaderleri, kendi iradeleriyle sonuçlarını belirledikleri işlerden ibarettir. Yine insanların iradelerinin dâhil olmadığı konularda yasal süreç anlamında belirlenmiş bir kader/ölçü/imkân bulunmaktadır.

O nedenle insanların kader denilen ve sorumlu olmadıkları belirlenmişliklere genetik yapı, olgusal durum vb. anlamı verildiğinden ötürü, bu alanlar bütünüyle kişisel sorumluluk dışıdır. Bunun aksine olarak, insanların iradelerinin belirgin oldukları alanlarda ise kader belirleme yetkisi, büsbütün yasal işletim tercihleri üzerinden insanlara bırakılmıştır. Buna örnek olması açısından ifade edebiliriz ki, insanların üreme özelliğine sahip olması genetik kader olduğu hâlde, çocuk sahibi olma tercihleri ise kendi belirledikleri bir alandan ibarettir. Ya da kalkınma ve onun şartları, fakirlik ve zenginliğin koşulları, hatta başarı ve başarısızlığın kuralları da bu iki alandaki temel belirlenimlerdir.

Kur’an’ın kavramsal çerçevesini oluşturmuş olduğu kader kavramının ölçü, miktar ve değer anlamına geldiği bilinmektedir. Kavramın bunun dışında herhangi bir anlam kümesi yoktur. Ve dahi kavramın iman olgusuyla değil, bilgi, yasa, kural, fıtrat ve sünnetullah olgusuyla ilişkisi bulunmaktadır. Yüce Allah, hayatın her alanında cârî olan bu kaderin esaslarını öncelikli olarak elçilerine öğretmiştir. Bunlara göre, insan ilişkilerinden tutun, ticarî işlere değin hemen her olgu için tabiatta belirlenmiş bir ölçü ve miktar bulunmaktadır. Güneş, ay, gezegenler ve bilumun gök cisimleri de belirlenmiş bir kader yani takdir edilen ölçülerde hareket ederler.

Hatta insanların adalet terazilerinin kurulması anlamında Allah’ın belirlediği âdil ölçülere yani hak-hukuka göre hareket etmesi lazımdır. Buna uygun olarak tabiatta biten her şeyin de belli bir ölçüsü bulunmaktadır. Görüldüğü kadarıyla kader ve Kur’an ilişkisi ya temel yasa ve esasları belirlemek şeklinde, ya da insanın iradeli tercihlerinin kendi kaderini yani olası muameledeki ölçülerini belirlediği üzerinde inşâ edilmiştir. Her iki durumda da sorumluk, bütünüyle ölçüyü belirleyenlerde olmaktadır.

Kur’an ve kader olgusunun bağımlı ilişkisi hakkında son olarak, Kur’an’ın kader olgusuyla ilişkili olan âyetlerinin genel bir kategori olarak üç açıdan ifade edildiğini söyleyebiliriz. Bunların ilkinde öne çıkan vurgu, yaratma konusunda Yüce Allah’ın özne oluşuna değinen cümlelerdir. Yaratma iradesi ile düzenleme tercihleri hatta insanın seçimli varlık olarak halk edilmesi bu işin bir yönüdür. Diğer yönü ise, Yüce Allah’ın iradesinin kapsayıcılık vasfıdır diyebiliriz. Bu vurguların hemen peşinden gelen âyet grubu ise, kendisine tahsis edilmiş olan belli alanlarda insanın özne oluşunu belirten âyetlerdir. Bu âyet kümesi, genellikle “kim yaparsa” şeklinde özneden bağımsız olarak ifade edilmektedir. İnsanın yapıp-eden bir varlık olarak öne çıkaran bu âyet grubu, yine bu alanlardaki tutum ve seçimleri üzerinden insanın kendi kaderini belirlediğini açıklamaktadır.

Denilebilir ki, dua, tövbe ve istiğfarın her daim açık kapı olarak dönüşlere imkân tanıması hususu, bu âyetlerin vurguladığı esaslara yönelik belirlemelerdir diyebiliriz. Aksi takdirde ezelî belirlenime karşı dua ve tövbenin değişim ve dönüşümü temin eden herhangi bir hükmü olmayacaktır. Görebildiğimiz kadarıyla, Kur’an’ın kader ve özellikle de insanın kaderiyle olan vurgularında üçüncü kategori âyetleri olarak “bağıl değişken” ya da “bağımlı değişimler” kümesinden bahseden âyet grubu olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre belirlenen akıbet ve kanunî işlerlik sonrasında yaratılan veya meydana gelen sonuçlar, bütünüyle insanın talebi doğrultusunda oluşan yasal durum ve prosedürlere vurgu yapmaktadır.

Yüce Allah, önce varlık yasalarını yaratıp dizayn etmiş, sonrasında ise insanı yaratmıştır. Bu yaratılış tercihi, insanın mükemmel işleyen bir dünyada yaratılmasıyla veya böylesi bir ortama gönderilmesiyle son bulmuştur. Yaşamın ve ölümün kuralarından tutun, hemen her şeyin öğrenilebilecek bir yapısı bulunmaktadır. İnsanın bu süreçleri öğrendiği becerisi de bulunmaktadır. Onun dışında belirlenmiş olan kanun, ilke ve yasalar, onun iradeli tercihlerinde değişik sonuçlara ulaşabilir. Belirlenmiş alanlarda gelişigüzel, tesadüf ve rastgelelik yoktur. Gerek insanın müdahil olduğu alanlarda, gerek insanın müdahalesi dışındaki alanlardaki belirlenenlerin hepsi de yasal prosedürlere bağlı olan “olgusal kader” sistemi içindedir. Yüce Allah’ın bunların kanunlarını koyması, insanın bilme vasfı gereği bunları tanıması ve ona göre davranarak kendi kaderini belirlemesi demektir.

İnsan cinsine dair olan temel belirlenimler ile insan iradesine dâhil olan seçimlerin kader süreci bütünüyle farklıdır. İlkinde yasal süreç, ikincisinde ise iradî süreç hâkimdir. Yine ilkinde kulların istekleriyle birlikte herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, ikincisinde kulun tercihlerine göre sonuçlar belirlenmektedir. İnsanın özgürlüğüne imkân tanıyan ikincil süreçler, yapılan eylem ve işin faili doğrudan insan olduğundan ötürü kendi belirlediği kaderi olarak bilinmelidir. Bilmek lazımdır ki, ilk alandaki belirlenimler kanunî/yasal/değişmez düzenleme, ikinci alanlardaki belirlenimlerse kişilerin yapıp-etmeleri üzerinden gerçekleşir. Bu yasal işlerliğin hemen hepsinin insanın uhdesine bırakılmış olan “emanet”  yani “sorumluluk/geliştirme bilinci” olması ise, insanın Yüce Allah karşısındaki değerini ifade eder.

Kaderin insanın fıtratıyla yani temel özellikleriyle ilgili olan yani, tekil anlamda hiçbir işinin önceden belirlenmediği ilkesidir. Buna karşılık olarak onun fiil yapabilme güç ve iradesiyle halkedilmiş olması ise mutlak kader olarak görülmelidir. Öyle ki inanç alanından sevgiye kadar, oradan ibadet etme ya da inkâra değin, hatta hayatın her alanındaki değişimlere nazaran insanın son derece etkin olan bir yapısı bulunmaktadır. Yine insanın hazır bulduğu bu güçler sayesinde iş yapıyor olması, her işinin önceden belirlendiğini değil, bu yeteneğinin verili olduğunu gösterir. O nedenle insanın hangi alanda seçim yapacağı kendi bileceği iştir diyebiliriz. Eğitim ve diğer süreçler insanın bu yeteneği kullanmasını etkilemektedir.

Bazen de insanoğlu, özellikle geleneğin kadrajında iş yapan din eğitimi üzerinden “öğrenilmiş çaresizlik” olarak eskinin getirilerini “değişmez kader” olarak lanse etmektedir. Oysaki atalarımızın tercihlerinin bizim değişmez kaderimiz olması, her açıdan anlamsız durmaktadır. Eğer öyle olsaydı, insanın tarihsel olguların çocuğu olduğu açıktan deklere edilirdi. Hâlbuki insan, tarihsel kazanımları da yeniden yorumlayabilecek hatta değiştirebilecek bir evsaftadır. Onun yaşadığı dünyada güçlü bir özne olma vasfı ise, iradî tercihleri konusunda mevcut olan bu gücüyle ilişkilidir.

Kader olgusunun Allah’ın bilme ve kudret vasıflarıyla ilişkisi olsa da, bu alanların insanın ahlâkî edimleri üzerinde belirleyici olmadığı bilinmektedir. Her şeyi bilen ve yapabilen Yüce Allah, insanın eylemlerini bu vasıflarına göre değil, kaydettiği sonuçlara göre değerlendirmektedir. Ve dahi O, insan tercihlerine göre belirlenim yapmaktadır. Yani Allah’ın ilim ve kudreti, bizim iradî tercihlerimiz üzerinde zorlayıcı vasfı yoktur. Bu nedenle insanın iradesi üzerinde nötr bir durumda olan bu güçler, insanın belirlemiş olduğu kader konusunun belli bir ahlâkî süreci yani insanî tercihler ve de beşerî tutumlar üzerinden işlevsel olduğu unutulmamalıdır. Bu alanda bile genel-geçer kurallar Yüce Allah tarafından konulmuştur.

Öteden beri ahlâk yasaları anlamındaki bu kuralların insanın iradî tercihleri üzerinden hayata tutunduğu bilinir. Yani insanlar ahlâklı veya ahlâksız olarak dünyaya gelemezler. Bilakis, bütün bunları dünya sürecinde elde ederler. Yine bütün bunların belli bir esasının/kanun ve kuralının olması demek, ilkesel olarak belirlenmiş bir yapısı/kitabî vasfı olduğunu göstermektedir. Yoksa Yüce Allah’ın ilim ve kudreti, insanın tercihlerinin ezelde yazılı olduğu anlamına gelmez. Neticede insan eylemlerinin ezelde belirlenmemiş olduğuyla ilgili olan kader konusu, Yüce Allah’ın ilim ve kudret sıfatlarının bir taalluku değil, insana özgürlük alanı tahsis etmiş olan irade sıfatının öne geçmesiyle gerçekleşmektedir.

Bütün bunlar gösteriyor ki, hemen her konuda kendi yaptıklarını Allah’ın dileme, ilim ve kudretine izafe etmek, Kur’an’ın yakın durduğu bir kader anlayışı değildir. Hatta bu yaklaşımı sergileyen müşriklerin son derece sert eleştirilere uğradıkları bilinmektedir. Aklı başında olan herkesin bu ayırımları bilerek konuya yaklaşması gereklidir. İnsanın bahane bulma ve sorumluluktan kaçma iradesinin bir tezâhürü olan cebr anlayışı, vahyin öğretmenliğini yaptığı dinin temel dersi olamaz.

Yani yaptıklarından mutlak manada sorumlu olan insanın buna karşılık olarak eylem özgürlüğü olmadığının kabulü, İslâm’ın uzak durduğu bir kabul olmalıdır. Hemen her eylemimizin yapılmadan önce bir kitapta olması onun yasası olduğunu, yapıldıktan sonra kitapta olması demek ise, yazıldığını göstermektedir. Bütünüyle bilgi, ilim ve irade konusu olan kader olgusunu imanın şartı gibi göstermek, Kur’an üzerinden ispat edilecek bir yaklaşım değildir. O nedenledir ki, öteden beri dinin değil insanın sorunu olan kader konusunu Yüce Allah’ın her açıdan varlığı idare eden temel kural, kanun ve yasaları olarak görmek lazımdır. Yoksa ezelde kayıt altına alınanları robot gibi programlanıp tekrar eden insanın “üstün varlık” olarak yaratılışının bir anlamı olmayacaktır.

Diğer taraftan, iradeli seçimleri nedeniyle boyunlarına dolanan kaderlerini, sadece kendi iradeleri üzerinden sâlih amel kapsamına alan insanların bir kısmını ahlâkî tutumları nedeniyle Yüce Allah’ın diğerlerinden üstün bir konuma almasını anlayamayız. Ezcümle olarak, insanın hidâyet ve dalâletine sebep olacak kaderi/yasal/kurallı tasarımları daha en başında, insanın iradeli varlık olarak yaratıldığı gerçeği üzerinden ele almalıyız. Bu yaklaşımdır ki, beşer hayatının bilindik kurallarının diğer adı olan insan ve kader konusunun esasında son derece ilkeli bir düzenleme olduğunu haber verecektir.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu