banner4
14.07.2020, 13:03

AYASOFYA, İKİ TARZ-I LAİKLİK VE ORHAN PAMUK'UN KAYGISI

Ayasofya'nın  seksenaltı yıl sonra statüsünün yeniden değiştirilmesi Orhan Pamuk'un iddia ettiği üzere "dünyanın geri kalanına artık seküler olmadığımızı" açıklamak mıdır?

Ayasofya'nın fethin sembolü olması ve Türkiye muhafazakar-mukaddesatçılığının mücadele alanında bulunması nedeniyle sorunu salt dini alanla ilişkilendirmek doğruluğu kuşkulu bir değerlendirmedir.

Nesnel ve önyargısız bir inceleme, statü değişikliğinin seküler saiklerle gerçekleştiğine ilişkin yeterince ipucu sunmaktadır.Orhan Pamuk'un durduğu yerin yüzeysel ve yanıltıcı sonuçlara ulaştırması muhakkaktır, meseleyi siyasal tarih, jeopolitik ve din-devlet ilişkilerinin seyri bağlamında irdelemek daha isabetlidir.

Osmanlı'nın ilk toprak kaybından bu yana bürokratik iradenin "Devleti kurtarma" refleksiyle hareket ettiği, bunu temin için Batı'nın referans alınmasının yegane çare olarak görüldüğü tarihsel bir gerçektir.İç politikaya yönelik dini görünümlü icraatlerin uygulanması bu gerçeği hiçbir zaman değiştirmemiştir.

Beka refleksiyle başlayan Batılılaşma sürecinde giderek belirginleşen modernleşme, laiklik, kontrollü serbest piyasa ekonomisi ve devlet denetiminde kurumsallaştırılmış din anlayışı ana akım siyaset anlayışı olarak gerek politik aktörler gerek bürokratik devlet tarafından üzerinde uzlaşıya varılmış bir siyaset pratiğidir.Bu nedenle siyasi yapıların meşruluğu ana akım siyaseti kabulü oranında ölçülmektedir.

Türkiye'yi doğrudan ilgilendirmesi bakımından çağdaş dünyada uygulanan belli başlı birkaç laiklik ve din-devlet ilişkisi modelinden iki tanesine bilhassa değinmek gerekir.Bunlardan biri, dini sembollerin kamusal alandan dışlandığı Fransız tarzı jakoben seküler laiklik, diğeri ise Anglikan kilisesinin merkezde olduğu, kiliseyle devletin zaman zaman içiçe geçtiği İngiliz (Anglo Sakson) tarzı laikliktir.

Türkiye'nin Osmanlı'dan devraldığı ve Osmanlı'ya da Bizans'tan tevarüs eden Bizantinist din- devlet ilişkisi modeli ile Devleti kurtarma refleksiyle uygulanan jakoben seküler pratiğin doğal sonucu Ayasofya'nın müzeye çevrilmesiydi.Yine, Ayasofya'nın Batı açısından sembolik değeri göz önüne alındığında, erken Cumhuriyet döneminin muasır medeniyeti temsil eden Düvel-i Muazzama'ya kendisini kabul ettirmesi için verdiği/vermek zorunda kaldığı bir taviz olarak görülebilir.

Ayasofya'nın 1934 yılında müzeye çevrilmesini, Cumhuriyet tarihi boyunca din devlet ilişkilerini, jakoben seküler laiklik anlayışının savunucusu CHP ile farklı laiklik yorumunu benimsediği için laikliğe karşı olarak görülen DP, AP, ANAP, Ak Parti çizgisinin icraatlerini bu çerçevede ele almak gerekir.

Biraz açmak gerekirse, Türk siyasal hayatının şekillenmesinde iki tür laiklik anlayışının birbiriyle mücadelesi önemli yer tutmaktadır:

Birincisi; erken Cumhuriyet döneminde belirginleşen, son kez 28 Şubat ara rejiminde uygulanan Fransız tarzı jakoben seküler laikliktir.Temsilcisi ve savunucuları başta CHP olmak üzere, sol/sosyalist/mezhepçi parti ve kitle örgütleridir.

İkincisi ise; DP iktidarıyla başlayan süreçte Türkiye muhafazakar-mukaddesatçılığının savunduğu, dinin bireysel alanda tamamen serbest bırakılmasını, kamusal alanda ise mümkün olduğunca tolerans gösterilmesini, parlamentonun Kuran okuyarak açılmasını, dinin devlet kontrolünde kurumsallaşmış ve kültürel bir unsurdan ibaret olduğunu savunan Anglo-Sakson (İngiliz) tarzı laikliktir.Temsilcisi ve savunucuları, DP, AP, ANAP, Ak Parti gibi merkez muhafazakar sağ kitle partileri ve sistemden pay almak isteyen geleneksel tarikat ve cemaatlerdir.

28 Şubat rejiminin önerdiği din devlet ilişkisi modelinin Fransız tipi laikliğin somutlaşmış biçimi olduğu rahatlıkla söylenebilir.Türkiye'yi Yeşil Kuşak projesi kapsamında Batı kampında kullanmak için yürütülen 12 Eylül rejiminin uygulamalarının ise Anglo-Sakson tipi laiklikle ünsiyeti bulunmaktadır.

Açıklamaya çalıştığımız iki tür laikliğin temsilcileri kendisini merkezde konumlandıran ve merkeze yakınlığıyla meşruluk iktisap eden iki siyasi anlayıştır.Bu bağlamda ezanın Türkçe okunmasını sağlayan, Ayasofya'nın statüsünü değiştiren CHP ile, "bu millet isterse hilafeti getirir" retoriğini kullanan DP'nin laiklik anlayışı, laiklik ilkesinin iki farklı yorumundan başka birşey değildir.

Ancak, Fransız jakoben laikliğinin temsilcisi CHP'nin bulunduğu yerden bakıldığında, ezanın tekrar Arapça okunmaya başlanması ve "millet isterse hilafeti getirir" sözünün laikliğin sağcı-muhafazakar popülist bir yorumu olduğu ve Osmanlı etkisini halen taşıyan seçmen kitlesinin statükoya karşı biriken enerjisini boşaltmak amacını taşıdığı anlaşılmaz.

Türkiye'de muhafazakar sağ mukaddesatçı siyasetin dini söylemlerinin laikliğin dünyadaki yaygın ve meşru yorumlarından biri olduğunu Orhan Pamuk'un anlaması mümkün değildir.Nasıl ki sağcı bir pozisyondan bakıldığında İnönü solcuğundan Marksist örgütlerin pratiklerine kadar uzanan yelpazenin tamamı "komünizm" olarak görülüyorsa, Orhan Pamuk'un durduğu yerden bakanlar da mukaddesatçılıktan teokratik devlet savunucularına kadar uzanan yelpazeyi şeriatçılık/gericilik olarak tanımlamaktadırlar.Kitlelere propaganda yoluyla şırınga edilen bu toptancı anlayışlar dış bağlantılı ekonomi politiğin değiştirilmesinin temini ve düzenin restorasyonunda kullanılmışlardır.28 Şubat rejimi bunun somut örneğidir.

Ayasofya'nın ibadete açılmasıyla ilgili olarak şunları da göz ardı etmemek gerekir:

İkibinli yıllara gelindiğinde, Türkiye'nin de içinde yer aldığı toplu-durumda paradigmal dönüşüm yaşandı.Yirminci yüzyılın başında inşa edilmeye başlayan küresel ve bölgesel düzende köklü değişiklikler tasarlandı.Türkiye'nin yer altığı bölgede kuruluş aşamasının koşullarından kaynaklanan ve anlaşılabilir devlet-millet gerilimine dayanan yönetim şeklinin ve politik-ideolojik yapıların yeni döneme taşınabilirliği mümkün gözükmemekteydi.Bu nedenle "halkla barışık ve halkın kendisini iktidar olarak hissedeceği" bir düzenin inşasına başlandı.Akparti'nin iktidara gelmesi ve Fetullahçılar dahil olmak üzere sair cemaatlerin meşrulaşıp ekonomik politik sistemden pay almasına izin verilmesi  bu bağlamda değerlendirilmelidir.Aynı şekilde başörtüsü yasağının kaldırılması da din ve inanç özgürlüğünden ibaret olmayıp, yeni düzenin inşasının gerektirdiği seküler saiklerle gerçekleşen bir Devlet tasarrufudur.

Yine, Türkiye'nin ululararası sistemde kurulan yeni dengede bulunacağı pozisyonla birlikte Fetullahçılığın tasfiyesine başlandığı 2013 yılından itibaren, devletin jeopolitik boşluğu değerlendirerek  Akparti ve MHP gibi iç siyaset unsurları aracılığı ile yürüttüğü milli siyaset Devleti gitgide güçlenen bir aktör haline getirdi.Bilhassa askeri alanda yapılan yatırım ve üretimler, Atlantikçi unsurların karar mekanizmalarından ayıklanması, kadim Osmanlı coğrafyasında sürdürülen nüfuz çalışmaları, terörle mücadelede başarı ve Rusya, Çin, İngiltere ile gelişen ilişkiler Türkiye'nin gücünü giderek tahkim etti.

Türkiye'nin Ak Parti döneminde "vesayetle mücadele ve millet iradesi" başlığıyla uyguladığı politikalar son birkaç yıldır düzenin normalleşmesi olarak özetleyebileceğimiz pratiklerden oluşmaktadır.Bu bağlamda ordu kurumu başta olmak üzere pozisyonların yeniden tanzimi, uluslararası ilişkilerde jeopolitik boşluktan istifade ve güce bağlı olarak gelişen yeni konjonktür her türlü kısıtlayıcı unsurun geriletilmesi ve/veya ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı.Tam da burada, Ayasofya'nın ibadete açılmasını oluşan yeni jeopolitik içinde Türkiye'nin kazandığı güç ve özgüvenle açıklamak isabetli bir yaklaşım olacaktır.

 Atatürk'ün müzeye çevirdiği Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması her ne kadar bir partinin icraatı olarak görülse de, aslında bir Devlet tasarrufudur.İç siyaset açısından yeni düzene uygun düşmeyen Fransız tipi laiklikten Devletin -şimdilik- feragat ettiği anlamına gelmektedir.Ayasofya meselesi, düzenin normalleşmesi ve hatta yeni inşa olunan düzenle sıkı sıkıya ilişkilidir.

Dış siyaset açısından ise yeni toplu duruma bağlı olarak Türkiye'nin egemenlik haklarıyla ilgilidir.Türkiye'nin iktisap ettiği güç ve özgüven uluslararası aktörlerin kabulündedir.Türkiye'nin Ayasofya tasarrufuna karşı uluslararası camiadan güçlü bir itiraz gelmemesi bunun göstergesidir.

Ayasofya'nın statüsünün değiştirilmesi dini olandan ziyade seküler saiklerle yapılmıştır.Orhan Pamuk'un kaygısının nesnel bir temeli bulunmamaktadır.

Ayasofya'nın ibadete açılmasını on yıllarca mesele yapan Türkiye mukaddesatçılığı rahatlamıştır.Ancak, gelinen aşama mukaddesatçı muhafazakarlığın mücadelesi nedeniyle olmayıp, yeni düzenin bir gereğidir.

Ayasofya'nın ibadete açılmasının mesele haline getirildiği yıllardaki sosyo-politik ve kültürel atmosfer ise köklü bir dönüşüm geçirdiği için kitlesel coşku hissedilmemiştir.14.07.2020

Yorumlar (0)
12
az bulutlu