www.vasat.com
2020-08-12 23:07:11

HÜR FİKRİN MİMARI: ALİ FUAT BAŞGİL

Av.Metin KAZAN

12 Ağustos 2020, 23:07

Hürriyeti sevmek, hakikatte, hür fikir ve vicdanı sevmektir. İnsan şahsının muhtariyetini de bu sevgi yapar. (Hür Fikirler, İstanbul 1948, Sayı: 1 )

Ali Fuat Başgil (1893-1967) Beyefendiyi, yakın tarihin derinliklerinden çıkarmak, onu yeniden anmak, bizler için önemli bir vazifedir. O büyük insanın fikirleriyle tanışmam, 1991 yılında İstanbul Üniversitesinde Hukuk Fakültesinde okurken, birinci sınıfta ders kitapları haricinde, düşünce dünyamı imar ve ihya etmek için iki eserini alıp okuyarak başladı: Birincisi herkesin bildiği “Gençlerle Baş Başa”, diğeri ise “Din ve Laiklik” kitabı idi. Kader bana, yetkin olma imkanı verdiğinde (2013 yılında Hekimhan Başsavcısı iken), lisede derslerde başarılı olan gençlere dağıtacağım hediye kitap, “Gençlerle Baş Başa” olmuştu.

Başgil, İstanbul’da lise eğitimini tamamladıktan sonra, Fransa’da Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olur ve doktorasını Paris’te alır. Ayrıca O, Edebiyat Fakültesinde Felsefe dersleri almış, sonra Siyasi Bilimler bölümünü bitirmiştir.

İstanbul Üniversitesinde “Anayasa Hukuku” dersleri vermeye başlayan Ali Fuat Başgil, Hukuk Fakültesi dekanlığına getirilir ve 1939 yılında “Ordinaryus Profesör” ünvanını alır. 1947 yılında kendisinin de yazarı olduğu “Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti”ni kurar ve “Hür Fikirler” aylık mecmuasını çıkarır. 1954 yılında “Din ve Laiklik” kitabında, kalıplaşmış zihniyetlere, boş inançlara ve peşin hükümlere eleştirilerini yöneltir. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında eleştirel düşüncelerinden dolayı üniversiteden uzaklaştırılır. 1961’de emekliliğini ister ama darbe öncesi bir yazısından dolayı 3 ay hapis yatar. Tahliyesi sonrasında, ülkeden ayrılarak, İsviçre'ye gider ve ilmi çalışmalarına burada devam eder. Darbeden sonra yapılan ilk seçimlerde İsviçre’de olduğu halde, Samsun’dan senatör seçilir. Bir süre sonra Cumhurbaşkanlığına aday olsa da aldığı tehdit nedeniyle, hem Cumhurbaşkanlığı adaylığından hem de senatörlükten istifa eder. 1965 yılında tekrar İstanbul’dan milletvekili olur. Kısa bir zaman sonra ise İstanbul Feneryolu’ndaki evinde, 17 Nisan 1967’de vefat eder.

“Gençlerle Baş Başa” eserini 1949 yılında yazdığında, “Kişinin kıymeti dilinin altında ve kaleminin ucunda gizlidir. Onu söz ve yazı açığa çıkarır” diyen Başgil, kendi kıymetini yazdığı deneme yazılarından oluşan büyük eserlerle göstermiştir. Onun gençlere öğüdü şudur: “Çalış, genç arkadaşım çalış! Namerde muhtaç olmak, ölmekten beterdir. Gençliğini eğlenmekle geçiren, ihtiyarlığını ağlamakla geçirir...Hakikate talip ol, gerçeği ara. Başkalarının fikirlerine hürmetli ol. İnatçı, iddiacı ve münakaşacı olma. Alçak gönüllü ol. Mütevazı insan meyve ağacına benzer. Dalların yere eğilmesi meyvelerin çokluğundandır.”

Peki“Din ve Laiklik” kitabında neler söylemiştir? “İbadet fertler arasında değil, fert ile Allah arasında bir münasebettir. Bu durum Kanun mevzuu olmaz. Laik Devlet, bir dinin ibadet ve dualarına, bunların icrasına, diline karışmaz. Hükümet adamları bunlara el süremez. Laiklik dini inkar etmek değildir. (...) Bizde, din bahsinde, münkirlik bir zamandan beri moda oldu. Fakat çoklarına, Din nedir? Diye sorarsanız size sadece, bazı politika bezirgânlarından alıp, hap gibi yuttukları sözleri tekrar ederler. Bunlara göre, din, küflü bir maziden, nesilden nesle devrolup gelen bir mirastır…”

Ali Fuat Başgil Hoca, hiçbir zaman kendini din konusunda yetkin görmez ve bunu alçakgönüllülükle ifade eder: “Amel bakımından, çok günahkârım. Fakat, günahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarın tükenmez saadetine imrenmeye mani midir? Din hakkında yazılar yazışım ve dindarlığı müdafaa edişim, şahsen din ahkamıyla amel ettiğimden ve dinin emirlerini yerine getirdiğimden değildir; bilakis getiremediğim için üzüldüğümden ve dindarlığın insana verdiği iç huzuruna imrendiğimdendir” diyecektir.

Derdi ve davası, “medeniyet davasıdır”. Medeni insanların yönetici olduğu bir ülke hayalidir. Hür fikirlerin serbestçe konuşabildiği bir devlet idaresidir: “Ya Rabbi! Biz niçin birbirimize bu kadar hor bakıyor, vatandaş sevgisiyle muamele edemiyoruz? Niçin karşımızdakinin de hürmete layık insan olduğunu kabul etmiyoruz? Kendimizden başkasına niçin yabancı bir devlet casusu gözü ve şüphesi ile bakıyoruz? Niçin hakikatleri görüp duymaktan korkuyor ve hakikatten yılıyoruz? Ne zaman başımızda medeni memleketlere mahsus, medeni idareciler göreceğiz?”

Evet, Ali Fuat Başgil’in de dönemsel kusurları olmuştur. 1940 öncesi katı devletçilik ve milliyetçilik anlayışları ile özellikle 1946 sonrası değişen görüşleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bu fikri değişimlere dair iyi bir inceleme “Bir Düşünürün Fikri Haritası” kitabıyla, Salih Zeki Haklı tarafından yapılmıştır. Başgil’in bir zaman “Devletçi, Milliyetçi”, bir zaman sonra ise “Liberal, Muhafazakâr” oluşunu, insanın olgunlaşma sürecinde kültürel kimliğinin devingenliğine vermek gerekir.

Başgil, katı devletçi anlayışını, liberal düşünceye dönüştürürken, gözlemleri esas olmuştur. Devletin temel görevlerini; “adaleti, güvenliği ve refahı” sağlamak şeklinde sınırlama gereği duymuştur. Devlet, bu görevleri yerine getirebilmesi için “hak” kavramıyla hareket etmeli, “hukukla ve sorumlulukla” kendini sınırlamalıdır. Ali Fuat Başgil, muhafazakâr kimliğe sahip olsa da inkılapçılığa açık bir insandır.

Ali Fuat Başgil, kendisinin ifade ettiği şekliyle “Ben hamdolsun, memleketçi, milliyetçi, maneviyatçı ve terakkici muhafazakârım” diyerek, kimliğini açıklar.

Başgil, Aralık 1948 yılında “Demokrasini Tehlikesi” adlı yazısında topluma önemli uyarılar yapar:“Ekseriyet (çoğunluk) iktidarı, rakipsiz bir kuvvet merkezi haline gelince, demokrasilerdeki ekseriyetin de milli iradenin kudsiyetine dayanarak en zalim diktatörlere bile rahmet okutacak şekilde hareket edebileceğine” dikkat çeker. Bir monark veya diktatörden gelen istibdat ile demokratik de olsa, bir ekseriyetten gelen istibdat arasında hiçbir fark görmez. Hatta ekseriyetten (çoğunluktan) gelen kötülüğün daha da ağır olduğunu, ifade eder. Devleti ve aydınları tedbir almaya çağırır:“Kuvvet ve salâhiyetlerin (yetkilerin), diktatörlüklerde olduğu gibi, bir elde toplanması yerine, kuvvetlerin bölünüp, birbirine karşı birer muhtar salâhiyet şekline konulması” prensibini öğütler. Yine “demokrasilerdeki çifte Meclis usulü”nün demokrasinin tehlikesini gidermeye etkisi olacağını savunur. Bunun nedenini de “Azgın olduğu kadar menfaatlerine düşkün bir ekseriyetin eline geçmesi mümkün olan Hükümet silindirinin, vatandaş hak ve hürriyetlerini çiğneyip gitmesini önlemek” içindir. Ona göre tek Meclis, siyasi güce fiilen hâkim olan kişilerin emri altına girmektedir. Bu durumda Meclisin aslında “Şahıs Hükümetinin ayıplarını örtmeye yarayan bir perde” olduğunu belirler. Çift Meclis sisteminin en önemli faydasının “Şef emrindeki tek Meclis istibdadını önlemek” olduğunu, “Çift Mecliste, Halk Meclisi’nin hissi, Ayan Meclisi’ninse aklı” bulunduğunu söyler. Başgil, “Halk Meclisindeki ekseriyete karşı, Ayandaki ekseriyetin, fren vazifesi göreceğini ve onun doludizgin gitmesini önleyeceği” kanaatindedir.

Başgil’in Hür Fikirler Mecmuası’ndaki son yazısı, Ağustos 1949’da “Demokrasi ve Mekteplerimiz” adıyla yayımlanır: “Demokrasi her şeyden evvel bir ruh ve zihniyettir” diyen Başgil, bu ruhun ve zihniyetin “hürriyet terbiyesinden” doğacağını, ifade eder. Okullardaki eğitim faaliyetlerine büyük önem veren ve demokrasi ile hürriyetin mücadelesinin merkezi olarak, okulları çok değerli gören Ali Fuat Başgil hoca, insanlık tarihini “hak” ve “kuvvet” savaşı olarak görecektir: Hakkın yolu “terbiye ve idare usulü tenvir, irşat ve ikna” iken, kuvvetin yolu ise “cebir ve şiddet”tir. Otokrasilere göre, hak kuvvettedir ve kuvvetli olan haklıdır. “Kuvvet ve şiddet prensibinden hareket eden modern otokrasiler, ilk mekteplerden üniversiteye kadar bütün tahsil ve terbiye yuvalarını, idareleri, hocaları ve talebeleriyle birlikte, derece derece otokrasi merkezinin cebri tehdit ve tazyiki altına sokmuştur. Bunlar, mektepten sağlam bir kültür, şahsiyet terbiyesi yerine ‘merkezin emirlerine itaat ve otokrasi şeflerine sadakat’ istemiş ve yolda dalkavukluğa ve pespayeliğe prim kazandırmıştır. Gayet tabii, otokrasiler başı dik ve alnı açık vatandaş tipinden hoşlanmayacaktır... En küçük bir tahlil ve tenkide bile tahammülü olmayan bu idareleri, orta zamanlar skolastizmin karanlık manastırlarına benzetir.(...)Otokrasilerin mektebinde çocuklara, lâiklik namına din düşmanlığı ve hakikat severlik namına laubalilik ve libertinaj (her konuda sınırsızlık) telkin olunmuş; karakter namına da, saltanat süren kuvvete karşı zebunluk (güçsüz, zayıf olma) mükâfat almıştır. Çünkü, insanlığın vatandaş şahsında tecelli eden yüksek değerini inkâr üzerine müesses olan bu rejimlerin mabudu, kuvvet ve menfaat, ibadeti de cebir ve şiddettir“, demektedir.

“Hayat ve cemiyet meselesine hak prensibinden ve hürriyet idealinden hareket eden demokrasi ise, içtimai disiplin ve nizamının mihverini, karşılıklı saygı, müzakere, tenvir, irşat ve iknadır. Çünkü demokrasi nizamında insan, akıl ve irade melekeleri ile bezenmiş moral bir mahlûktur. Yani iyiyi ve kötüyü ayırt edebilecek ve kötülükten kaçınıp iyiliği ve güzelliği sevebilecek deruni bir kudret ve kabiliyete maliktir. Kuvvet ve bunun içtimai şekli olan cebir ve şiddet, vahşet devrinin ve hayvanlar âleminin kanunu olabilir. Fakat medeni insanlığın en yüksek kanunu, vazife ve mesuliyet duygusunun kaynağı olan hak şuurudur: Kuvvet ancak hakkın emrinde ve hizmetinde kalmak şartıyla ve kaldıkça bir kıymet ve meşruiyet kazanır. Hakka arka vermeyen bir kuvvet, içtimai nizam prensibi değil, sadece bir zulüm ve istibdat vasıtasıdır.(...) Hülâsa demokrasi felsefesinde ideal olan ferdi tehdit ve tenkil kuvveti karşısında, eğilmiş görmek değildir. Bilâkis, onu irade ve karakter terbiyesiyle teçhiz ederek, insanlık şerefine eriştirmek ve içtimai münasebetler sahnesinde, kendini kendi aydın aklı ve iz’anı ile bizzat sevk ve idare eder bir hale koymaktır.” diyecektir.

Yanlış eğitim sisteminin genç kuşakları getirdiği nokta ise ona göre “acınası” bir durumdur: “Otoriter bir idarenin kendi ve zümreci görüşleri dairesinde ısmarlanıp yazdırılmış resmi kitaplardan okutulan derslerin, gençlik maneviyatı üzerinde bıraktığı iz, iki kelime ile inansızlık ve güvensizliktir.(...) Şuursuz bir maarif politikası ile etrafa saçtığımız maneviyat düşmanlığı ve milli dil, tarih ve ilmi kültüre karşı reva gördüğümüz lâubalilikler gençlik ruhiyatında, yalnız doğruluğu, fedakârlık ve faziletkarlılığı değil, ilme karşı bile inanmayı sarsmış ve geçlerde vatan ve insaniyet ideali yerine, acı bir ‘Boşver’ felsefesi yaratmıştır. Bugün gençlik feci bir inanmama ve ideal boşluğu ve perişanlığı içindedir.” görüşündedir.

Netice olarak, Ali Fuat Başgil, büyük insan olması, sadece “Anayasa hukukçusu” olmasından değil, Türkiye’nin sosyal gerçeklerine karşı mücadele adına geliştirdiği eleştirel düşüncelerinden almıştır. O’nun gerçek büyüklüğünü demokrasi, hürriyet, hak, adalet, ahlak, din, dil, eğitim alanlarında ürettiği yeni, derin, düşündürücü hür fikirlerinde bulabiliriz... (Eserleri: Gençlerle Baş Başa, İlmin Işığında Günün Meseleleri, Demokrasi Yolunda, Din ve Laiklik, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Hatıralar) 1961 yılı sonrasında Cumhurbaşkanlığına aday olan bu büyük düşünce insanının, Türkiye’de demokrasinin henüz uygun bir iklime kavuşmamış olması yüzünden, adaylıktan “tehditle” çekilmek zorunda bırakılması, yaymak istediği fikirlerinin, bu ülke insanlarının “zihniyet değişimi” için ne kadar da gerekli olduğunun ispatı durumundadır. Ondan bize kalan saygıya layık, “büyük bir ilim hazinesidir”. Merhum Nurettin Topçu’nun anlatımıyla ”O, unutulan ve inkâra uğratılan İslâm düşüncesini, Batının ilim zihniyet ve metotlarıyla değerlendirerek tanıttı. Hukuk kültürünü, gençliğe sunduğu ahlâk aşısı ile tamamlamaya çalıştı. Vatan sevgisinin ancak ilim aşkı ve fazilet imanıyla gerçek olacağını anlattı. Siyasî ve hukukî müesseselerin ahlâka dayanmadığı yerde, millet kavramının vehimden ibaret olduğunu gösterdi. Hak davasına, bütün iman edenler gibi haksızlığın karşısında, isyanı öğretti. Bu isyanı bizzat kendi şahsiyle gerçek yaptı, örnek ve önder oldu. Bir gençlik onu, hakikat ve fikir adamı olarak hayranlıkla takip etti...Kırk yıl Türk Milleti’ne ilim ve irfan aşılayan, ilmi âsârından, şahsı ilminden kalbi âlemden büyük, Anadolu’nun asil evladı, Ali Fuad Başgil, Rabbi’nin eşiğine ulaştı, ruhu için Fatiha istiyor.”

Ruhuna Fatiha’lar olsun...

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.