banner4
19.02.2022, 09:57

Amacı Üzüm Yemek Olanlara Diskur

Amacı Üzüm Yemek Olanlara Diskur
Kelâm, Allah’ı yolda bulan bir ilim değil, O’nun ilke, direktif ve önerileriyle yola çıkan bir ilimdir. Felsefe ise Tanrı’yı yolda bulan bir ilim olduğu içindir ki, Kelâm-Felsefe uzlaşmazlığı daha yolun başında ortaya çıkmıştır denilebilir. Yöneten ve yönetilenin bu iki ilmin kendisine sunduğu kazanımlardan faydalanması gerekir ki, “insanlara dokunma sanatı” olan siyasetin beslendiği kaynakların renginde görüntü verebilsin. Haddizatında dünya üzerinde hayat bulan siyasetin daha ziyade olumsuz niteliklerden beslendiği bir gezegende yaşamaktayız. Gerek Kelâm ve gerekse de Felsefenin müfredatında nerdeyse en sonlarda ele alınan bu değerli iş, ders kitaplarının görülmeyen son ünitesi gibi her dem eğitimde kendisine ağırlığınca yer bulamamıştır. 
Mamafih Tanrı ve ahlâktan yoksun siyaset işi, tıpkı Edward Murrow’nun dediği gibidir: “Koyunlardan oluşan bir toplum, kurtlardan oluşan bir hükümet yaratır.” Ben de sözün bu aşamasında herkesin kendi işine dört elle sarılıp kendi görevini başkasına bırakmamasını öğütleyen İbn Rüşd’e kulak verilmelidir diyebilirim: “Yumurta dıştan kırılırsa yaşam son bulur, içten kırılırsa yaşam başlar. Çünkü önemli dönüşümler hep içeriden başlar.” Uzun zamandan beri zulüm kokan dünyamız; din, insan ve siyaset ilişkisini ahlâk ve adalet üzere bütünleyen bir uygulamaya ne denli ihtiyacı bulunmaktadır.
Din, insan ve toplum ilişkisinin ana omurgası ahlâktır diyebiliriz. Bahsedilen ihtiyaç nezdinde denildiği üzere: “Cahilde eksik olan akıl değil, ahlâktır.”  İnsan ilişkilerinde ana omurga olan ahlâk konusunda uzaktan bir şahit tutmak gerekirse, işi uygulamayı/pratiği yaygınlaştırmak olan ABD Başkanlarından Theodore Roosevelt’in şu tespitine katılmak durumundayız: “Bir insanı ahlâken eğitmeden sadece zihnen eğitmek, topluma bir bela kazandırmak demektir.”  Bilmek gerekir ki, ahlâkın bir kümesi de “içi dışı bir olmak” ve ikiyüzlü olmamaktır. Nitekim bu konuda Hz. Ali, şöyle bir cümle sarf etmiştir: “Açık yürekle konuşan düşman, içten pazarlıklı dosttan iyidir.”  
Bu cümleden olarak vurgulamak gereklidir ki, kötü huyların insanı yanlış yolda eğlemesi her daim Ahnef b. Kays’ın vurguladığı şekildedir: “Hasetçide rahat, huzur; kötü huyluda ise şeref, onur, haysiyet olmaz!” İş ve eylemin ahlâkı bulunduğu, hatta asıl dâvetin böylesi herkese açık olan iş ve eylemlerin güzel yapılmasıyla devreye girdiği bilinmektedir. Her dem görülesi bir levha gibi duran; ‘İnsanlar, söylediklerinizden çok yaptıklarınıza bakar’ düsturu, mutlak manada bu durumlar için açık edilmiştir. Konfüçyüs’ün dediği gibi: “Bir işi bilen yapar, az bilen akıl verir, bilmeyen eleştirir, yapamayan çamur atar.” Hâsılı, insanı tutum, eylem ve yetenekleri üzerinden daha görünür kılan tespit, insan insan ilişkisindeki aşamaları son derece etkin bir şekilde önümüze sermektedir.
Mutlak hedef olan “İyi insan olmak”, iyilikten ne anladığımız da bağlıdır diyebiliriz. Bu konuda öncelikle Yüce Allah’ın dediklerine bakmak, sonrasında O’nun elçilerinin pratiklerini görmek daha sonrasında ise insanların söz ve eylemlerini dikkate almak lazımdır. Esasında iyi olanı görmek bu denli kolay iken, bunun daha kolay ve yakın olan seçeneği ise, insanın yaratılış değerleri olan fıtratını görebilmekten geçmektedir. Oldukça farklı bir ilahiyatçı olan Yaşar Nuri Öztürk: “İyi insan olmak için Müslüman olmak gerekmiyor. Ama Müslüman olmak için “iyi insan” olmak şarttır.” diyerek, olguların kabulünü her daim kişilerden önce yaşanır kılmayı savunmak lazımdır. 
İşin makam ve zenginlikle değil, ahlâk ve tutumla olan ilişkisine verilecek şu örnek, bizlere derin bir kazanım sunmaktadır: “Uruguay Devlet Başkanı José Mujica, Vosvos/Kurbağa kullanıyor. Aylık geliri 12 bin dolar alıyor ve yüzde 90’ını fakirlere, hayır kurumlarına harcıyor.” Hakikat, bahsedilen verme/paylaşma olgusu, bizim içimizden tanıdık bir unsur olan kıymetli düşünür Sezai Karakoç’un dediği gibidir: “Gerçek din, ilan ettiğimiz inancımız değil, sürdürdüğümüz hayattır.” Yaşanan hayat, samimiyet içerirse muhatabınız sizin eylemlerinize ve de kalbinize bakarak dininizi kabul edebilir. “Kalpten çıkan kalbe gider” fehvasınca, Bangladeş, Endonezya, Malezya vb. bazı yörelerin askerle değil, o yöreye giden Müslüman tüccarların dürüstlüğü sonrasında Müslümanlaştırıldığını bilmek yeterlidir.
Din, her varlık ve her durumda olumlu iletişimi devreye sokan ve bunu her daim emreden bir değer kümesidir. Devamında din, bu değerleri sağlıklı bir iletişim üzerinden kalıcı yapmak istemektedir. Bilindiği kadarıyla çağımız, iletişim çağıdır. Napolyon Bonapart’ın dediği gibi devir, iletişim devridir. O nedenledir ki, iletişimi bu denli merkeze alan Napolyon’un endişelerini biz de paylaşmak durumundayız: “Üç gazete, beni yüz askeri birlikten daha çok korkutur.” Binaenaleyh insanların geleceklerine yön veren bazı liderlerin durumu, olanla değil aşırı yüceltmeyle devreye sokmakla, yaşananların gerçeklikten uzaklaşması temin edilmiştir. Bunların başında Türk Toplumunun önemli bir kahramanı olan Mustafa Kemal Atatürk’e atfedilen şöylesi benzetmelerdir: “Atatürk, yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır. Hiçbir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir. Ne Mussolini’nin, ne Hitler’in ne de Lenin’in anıtları onunkilerle ölçülemez.” 
Bu tutumun özünde saklı duran ve büsbütün eksik olan şey, yasa/kanun/sünnetullah denilen uygulamanın devre dışı bırakılarak, galibiyet ve de mağlubiyeti bir insan üzerinden tanımlama eğilimidir. Abartılan her durumda önümüze gelen bir fatura vardır ki, o da, yaşam ve ölümün döngüsü dışında kalan şey, yaşaması gerekenleri öldürülmesi ya da ölüme terk edilmesidir diyebiliriz. Katliama vesile olan bu tercihin insana yakışmayan en vahşi seçim olduğu unutulmamalıdır. Gerçek ve yalan konumunda kanımca yapılmış güzel tespitlerden birisi de Denis Diderot’nun şu sözüdür: “Güler yüzle söylenen bir yalanı bir anda yuttuğumuz hâlde, acı gerçeği ancak damla dama yutarız.” İnsanı yaptıkları ve de yapmadıklarından ve dahi sebep olduklarından hesaba çeken bunun gibi doğru sözlere ne denir…
Sıradan insanın hakikati görmesi oldukça somut nedenlere bağlı gibidir. Bana göre hakikati bulma seçeneği, bulamama seçeneğiyle beştebir yani 1/5 ilişki tarzını kapsamaktadır. Bunları açacak olursak, Yüce Allah ve hakikati bulma seçeneklerimiz irade, dış dünya, geçmiş tecrübeler, insan fıtratı ve kutsal metinler yani dinlerdir. Bunun aksine olarak Tanrı’yı reddetme seçeneği ise, sadece insanın iradesine dayalı olarak hayat bulmaktadır. Bu dediklerimizi akıl ve irade bağlamında ters yüz eden yaşanmış örnekler de bulunmaktadır. 
Bunlardan ilki ve de çağımızda en görünen olanı Rus Kozmonot Yuri Gagarin 1961’de Ay’a çıktığında/uzayda İngilizce olarak: “Ben burada Tanrı görmüyorum” demesidir. Onun sözüne yorum yapanlardan birisi de “Oksijen tüpün bitince göreceksin!” demiş.”  Haddizatında onun bu durumu George Herbert’in dediği gibidir: “Bana bir yalancı göster, sana bir hırsız göstereyim.” Zira bir şey, sen görmediğin için yok olmaz. Ayrıca görmek istemeyen kişi hiçbir şeyi göremez. Ve dahi ateist bir insanın görebileceği bir Tanrı olmadığı için, onun nezdinde yokluk zaten ortalıkta gibidir. Hem o görmedi diye Yüce Allah yok değildir. 
 

Yorumlar (2)
Adem Taşçı 2 yıl önce
Gerçekten muhteşem bir yazı emeğine yüreğine sağlık...Rabbim den afiyetler niyaz ediyorum hoşça kal
Muhammed Kurt 2 yıl önce
Çok güzel hocam kaleminize sağlık.
12
az bulutlu