banner4
06.01.2020, 14:46

        Aklın Refakat Ettiği Dindarlık Mümkün Müdür?

        Her şeyden evvel ifade edilmelidir ki insanoğlu, Yüce Allah’ın rakibi değildir. Allah ile kul arasında herhangi bir rekabet de söz konusu değildir. Bilakis insanoğlu, yarattığı varlığı son derece muhteşem bir şekilde dizayn eden O’nun yetkilendirmiş olduğu yetenekli bir kuludur. O yüzden dinsel söylemlerimizi inşâ ederken insanı Allah’ın rakibi gibi göstermekten kaçınmalıyız. Zira bu tutumun başta din olmak üzere hemen herkese zararı dokunacaktır. Belki de bugün itibariyle akleden gençliği elimizden kaçırmakta olduğumuzun temel açmazı burada düğümlenmektedir.

Aynı şekilde, önüne gelen her haber ve bilgiyi sorgulama yeteneği olan Müslüman aklın kendi hâline bırakılması ve bu aklın kendi sorununu çözebilmesine imkân tanınması gereklidir. İnsana yol göstermekle iktifa eden vahyin çizdiği sınırlarda kalmak koşuluyla hayata anlam verecek olan bu akıl sayesinde pek çok sorunun kolaylıkla aşılacağı umulur. Çünkü gerek vahiy ve gerekse de hayatın kendisi aynı elden çıkmış yasalarla yönetilmektedir. Bu sebeple her ikisinin de kavuşacağı son nokta, genel olarak birbirinden farklı da olmayacaktır.

İnsana dünya yolculuğunda rehberlik etmek istediğini deklere eden Kur’an, sözlerin en güzeli olmakla kalmaz, en güzel sözün söylenmesini de tavsiye eder. Onun mücadele ahlâkında öne çıkan husus olan ikna süreçleri, akıl sahibi olan herkes için büyük bir nimet olarak görülmelidir. Bazı kesimlerce yapılmakta olduğu şekliyle bu nimetin ortadan kaldırılmasına izin vermemeliyiz. Zira akıl düşmanlığının varacağı son nokta, din düşmanlığından başka bir şey değildir. Düşmanlıkların ‘fikir’ olarak sunulduğu her yaklaşımın ise kimseye faydası dokunmayacaktır. Gelinen bu noktada ise hem din, hem akıl ve hem de bireylerin kazançlı çıkmayacağı söylenebilir.

Haddizatında dini bilgi kaynağı olarak değil, bilinç hâli olarak görmek gerekmektedir. Bu görüş, onun rasyonalitesinin en belirgin aşamasıdır. Zira din ve onun bilgi içerikleri, insanın bilmediği şeylerden değil, daha ziyade bildiği şeylerden bahsetmektedir. Bu meyanda diyebiliriz ki din, bize Tanrı inancı, sevgi, kardeşlik, dayanışma, adalet vb. öğretmedi, fıtrat gereği onları zaten biliyorduk. Bu arada dinin mesajının mutlak manada bir ‘hatırlatma’ olduğu gerçeğini de unutmamalıyız. Bu sebepledir ki din, bizlere öteden beri bildiğimiz bazı şeyleri davranışa dönüştürmeyi tavsiye etmiştir. Haddizatında insanlık, yaratılış konsepti gereği onların bilgisine sahip olarak dünyaya gönderilmiştir.

 Denilebilir ki insanoğlu, ahlâk ve adaleti sonradan öğrenmedi. Bilakis ahlâk ve adalet, insanın fıtratında aslî değer/fabrika ayarı/genetik kod/standart yazılım/paket program vb. olarak zaten vardı. Binaenaleyh fıtratta olanın davranışa dönüşmesi irade sayesinde gerçekleştiği için, din, insanın iradesini muhatap almakla kalmamış, ona adaleti de hatırlatarak bu değerin her durumda görünür olmasını istemiştir. Yani, insanın her ne sebeple olursa olsun yapmaktan kaçındığı şeyleri ona hatırlatan öğeye din denilmektedir. Hâsılı onun pratikte işe yarayan her uygulamayı anlatmış olması, insanın donanımlarının ne denli güçlü olduğuna işaret etmektedir. Bu itibarladır ki Kur’an’ın ilk muhatapları olan kişiler, kendilerine adaletli olma emri verilince; adalet nedir? sorusunu sormadılar. Hatta bu gibi âyetleri duyunca da asla şaşırmadılar. Üstelik Kur’an’da adaletin tanımı bile yoktur. Çünkü Kur’an ya da daha genel anlamıyla Yüce Allah, tıpkı akıl konusunda olduğu gibi genel tanımlarla değil, insandaki becerilerin hayata geçirilmesiyle yani uygulamayla iş yapmaktadır.

İnsanın hamurunda mündemiç olan din dilinin rasyonel temelleri de bulunmaktadır. Bu açıdan din, insanın hem maddî/nesnel dünyasına ve hem de manevî/duyusal dünyasına hitap eden ikili bir dil kullanmaktadır. Bu sebeple dinin bazı anlatımları somut/nesnel mâhiyet arz ettiği hâlde, bazı anlatımları ise soyut/metafizik mahiyet arz etmektedir. Nitekim din, bu anlatımları sayesinde insanın günlük hayattaki kullandığı dil ve tahayyüle karşılık gelen oluşumlardan bahseder. İnsanın anlama çabası içerisinde duyu organlarının yanı sıra, tahayyül, tefekkür, tedebbür, teemmül ve tezekkür gibi aklının üretimleri olan zihnî temrinlerin olması, insanın her iki olguyu kavrayacak yetenekle donatıldığını açıkça göstermektedir. Zira onun rasyonel oluşumları diyebileceğimiz aklî yetenekleri sayesinde etrafında olup bitenlere anlam verebilmesi gibi son derece değerli özellikleri bulunmaktadır.

İnsanın soyut düşünceye yatkın güçlü bir yanı olması, onu felsefe yapan bir varlık hâline çevirmiştir. Öyle ki kutsal metinlerde sıklıkla görüldüğü şekliyle, insanın doğrudan ilk yaratılışıyla ilgili olan elestbezmi ya da bezm-i elest diyebileceğimiz metaforik anlatımların farklı betimlemelerle dile getirilmiş olması bile, onun kavrayış genişliğine yapılan güçlü bir vurgudur. Haddizatında din ya da vahiy denilen anlatımların mevcut olayları başka başka anlatması ya da anlaşılmasına sebep olmasının nedeni, metnin kendisinden değil insandaki bu anlama genişliğindendir diyebiliriz. Yoksa din, insanın anlam dünyasını bu denli karmaşık hâle getirmez. Çünkü o, insanın yaratanıyla yaptığı ahlakî sözleşmeden ibarettir. Dinin omurgasını teşkil eden ahlâkın içeriği de bütünüyle adalettir. O yüzden din denilince ahlâk ve adalet dizgesinin dışına çıkamayız. Ve dahi dinle ilgili bütün anlam dünyamızı bu iki değer üzerine inşâ etmek durumundayız. Akıl ve rasyonalite hatta objektivite/nesnellik denilince işbu netlikten bahsetmekteyiz.

Kısacık yaşam süresince bizlere yoldaşlık eden ilkeler bütünü olan din, bir başka açıdan ifade edecek olursak, hem iman/bilgi/ marifet ve hem de şükür/teşekkür/hayret/had bilme temellidir. Rasyonel değerler üzerinde tahkim edilmiş olan dinin imanla olan ilişkisi, sisteme giriş kartı mesabesinde olmakla birlikte, iş burada nihayetlenmez, bireyin imanının bilgi ve marifet ile desteklenmesi istenir. Yoksa gerek içsel dünyada ve gerekse de dışsal dünyada mevcut olan hakikat ile desteklenmeyen iman, içselleştirilemediğinden ötürü insana pek çok yanlışı yaptırabilir. Buna paralel olarak din ve dindarlık, bireyin şahsî katkıları anlamındaki şükür, ibadet ve güzel ahlâkla yaşanır, yaşatılır hatta kişisel ve sosyal hayatta temellendirilir. Bilinmelidir ki enfüs ve âfâkı besleyen bu iki eksen, din denilen tavsiye bütünlüğünün olumlu katkı anlamında her türlü değerini yaşanabilir alanlara taşıyan ana arteri konumundadır. Çünkü dinin nihaî amacı, varoluşu ve de onun sahibini kavramanın yanında, bu kavrayışın kişiye sağladığı bilişsel konfor sayesinde mutlu yaşamı ortaya koymaktır.  Öyle ki akıl sahibi olan insandan beklenen şey, etrafında olup bitenler hakkında detaylı bilgiye sahip olması ve bu düzenin sahibini tanımasıdır. Zira tanıyan bilir, bilen de teşekkür eder. Sonuçta ise bizden, hem tanıyan ve hem de bilen olmakla, etrafta olup biteni anlayıp anlatması beklenmektedir. Mamafih Kur’an’ın pek çok âyetinde dile getirildiği şekliyle, dinin bir anlamda öğüt/tavsiye/uyarı/hatırlatma olması gerçeği, akıl sahipleri için yeterli ipucudur diyebiliriz.

Din ve onun anlaşılmasında insanı kuşatan akılcılık/rasyonalite denilince anlamamız gereken diğer bir adım, dini hiçbir durumda geçmişte dondurmamak ve de geçmişle eşitlememenin gerekliliğidir. Yani bugünün dindarını dünün koşullarıyla hizaya çekmek, olası dindarlıkları ortaya çıkarma adına doğru bir yaklaşım değildir. Bu sebeple Müslüman zihnin öteden beri yaptığı şekliyle Asr-ı Saadet de bizler için yegâne örnek değil, sadece ilk örnektir diyebiliriz. Asr-ı Saadet’in kendi koşulları dâhilinde olabilecek en iyi örneklerden birisi olması demek, bugünün insanına ders alabilecek bir örneklem sunması anlamına gelir. Yoksa bütünüyle takip edilecek bir yol anlamına gelmez. Çünkü o dönem, mevcut koşulları gereği olabilecek bir yaşantının en iyilerinden birisidir. Dünya üzerinde başka yaşam örneklikleri de bulunmaktadır. Dini kendi devrinde yaşamak zorunda olan Müslümanlar olarak bize düşen görev, her devrin Asr-ı Saadet’ini kendi koşulları muvacehesinde oluşturmaktır. Asla geri getirilemeyecek olan geçmişin nostaljisiyle yaşamak değildir.

İnsanın anlama ve anlamlandırmasına dayanak teşkil etmesi bakımından din ve dindarlığın rasyonel temeller üzerinde inşâ edilmesinin en bâriz göstergesi, herhâlde insanların kendi içlerinden seçilen benzer uyarıcıların olmasıdır diyebiliriz. Bize göre Yüce Allah’ın öteden beri nübüvvet kurumuna dair aslî sünneti mesabesinde olan bu adımı, yaşanabilir örneklik ya da pratiklerin görselliğe mâtuf ders içeriğinde sunulmasıyla ilgili bir husustur. İşbu noktada, dinî tedris aşamasında bizlerin ilk öğretmenleri durumunda olan resûl örnekliklerini nasıl anlamalıyız? Bu anlayışın çerçevesine göre din algımızın oluşacağını da akıldan çıkarmamalıyız. Zira insanlık tarihi, resûl örnekliklerinin olası sınırını aşıp onları tanrısal kümede ele alan yanlış dindarlık örneklikleriyle doludur. O kadar ki, sadece dindarlığını sıradan yaşayan insanlar değil, bu konuda söz sahibi olan kişiler dahi, zaman içerisinde mesajın öğretmenini mesajın kendisi gibi kutsal formda algılama yanlışına düşmüşlerdir. Oysaki resul örneklikleri konusunda oldukça farklı ve de zengin uygulama biçimleri mevcuttur. Bunlardan en bilineni, örneğin tavır ve davranışını sorgulamadan, eylemin amacını tartmadan gördüğümüzü aynen uygularız, ondan geleni ve de getirdiklerini metnin çerçevesini taşırmadan literal okuruz. Eyleme sirayet eden gaye ve amacı dışarıda bırakacak sığlıkta olan bu anlayışa halk dindarlığı ya da avamî/arabî din anlayışı denilmektedir. Bu anlayışın medeniyet üretmeyeceği ortada ise de, aklı başında olan bazı kişilerin bundan ilke çıkarıp yeni nesil ve bölgelere aktarabilmesinin imkânı da bulunmaktadır.

Din denilen olgunun bütünüyle çağdaş/modern/şehirli/medenî bir yönünün olduğunu bilmeliyiz. Bu açıdandır ki din, belli bir coğrafya ve bölgede hatta belli bir toplumsal gerçeklikte hayat bulmuş olan tavsiyeler bütünüdür. Zira dinin doğası gereği yöresel olmasına bakmadan, onun lokalize etmiş olduğu her uyarısının sınırlarını genişleterek dini her devirde yaşanılır kılabilmek lazımdır. Bu iş için aklî melekelerin devreye girmesi yani içtihat/rey işleminin tercih edilmesi gereği vardır. Dinsel bildirimlerin her devir ve zeminde yaşanabilir olmasını deruhte eden bu yaklaşımın, öteden beri Müslüman dünyada sıklıkla uygulandığını görmekteyiz. Öyle ki dinin yeni durumlara uygulama şansını yakalayabilmenin mümkün olduğu tek adım, dinsel uyarılara adeta yeniden hayat veren rey/içtihat çabası olmaktadır. Müslüman dünyada bunu önerenler arasında bulunan ve bizler tarafından rey/yorum/içtihat/gaye/makâsıd/amaç vb. taraftarı sayılan ve çağının din anlayışına damgasını vurmuş olan büyük düşünürlerimiz bulunmaktadır. Başta Hz. Ömer olmak üzere İbnMesûd (ö. 32/653), Alkame (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714), Mücâhid (ö. 103/721), Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), Atâ b. EbîRebâh (ö. 114/732), Zührî (ö. 124/742), EbûHanîfe (ö. 150/767) vb. gibi şahısların yanı sıra, Mu’tezile gibi ekollerin olması, İslâm’ın her devre hitap eden bir dilinin olduğunu göstermektedir. Kanaatimizce çağdaş dünyanın ya da modern çağların daimî problematiği olan değişim ve gelişim olgusu, en çok da İslâm’ın ruhuna uygun bir yol izlemekte gibidir. Bu sebepledir ki hemen her devirde Müslüman zekânın modern olanla doğrudan ilişkisini bulmak güç görünmemektedir.

Netice itibariyle ifade etmeliyiz ki, dinin çağa taşınması demek, mevcut ilke, söylem ve uygulama üzerinde tefekkür edip, kavramlar üzerinde soyutlama yapmakla başlamaktadır. Hatta bir yönüyle dinsel rasyonalite denildiğinde, mevcut lafızdan ilke çıkarmak ve bunu gaye/amaç üzerinden hayata uygulamak anlaşılmalıdır. Yoksa dindarlık, dünün lafzına hapsolup orada kalmak demek değildir. Bilakis din, o lafzın olası gerekçelerine bakarak bu güne taşınma çabasıdır. Bu sebepledir ki akide ve uygulamayı her devrin kendine has pratiklerinden değil, dinin temellerinden yapmak gereklidir. Her devrin aydınının dünün yaşanmışlığını soyutlayıp, bu yaşanmışlığın amacını kavradıktan sonra olguyu kendi devrine taşımak gibi bir sorumluluğu vardır. Bu anlamda sahabe neslinin işi bizlere göre oldukça kolaydı diyebiliriz. Zira önlerinde her emri pratiğe aktaran bir elçi bulunmaktaydı. Onlar, büyük bir güven ve rahatlık içinde kendilerine anlatılanı uyguladılar. Yine vahyin ilk örnek nesli olanlar, resul örnekliğinin akabinde hüküm koyma aşamasında yaşanmış örnekliklere başvurmak suretiyle, kendilerine anlatılanı gördüğü, duyduğu, anladığı şekil üzerinden yeni kurallar koydular. Dini bu çağda yaşamak zorunda olan bizlerin işi onlara nazaran daha zor gözükmektedir. Bu çağın müçtehidinin işi hayli zordur diyebiliriz. Çünkü bizler, ne vahyin inişine tanık olduk, ne elçinin öğrencisi olduk ve ne de onlara anlatılana şahit olduk. Görmedik, duymadık ama anlamak ve kural koymak zorunluluğumuz bulunmaktadır. Bugünün dindarları olarak bize ulaşmış olan hitabın evrensel olmasını istiyorsak, onu dünün arkaik diliyle değil, muhataplarımızın anladığı evrensel bir dil ile güne anlatmalı ve geleceğe taşınmasına vesile olmalıyız.

Yorumlar (2)
Mustafa Uz 4 yıl önce
Kaleminize ve yüreğinize sağlık
Emeğinize sağlık 4 yıl önce
Emeğinize sağlık
12
az bulutlu