banner4
01.10.2020, 11:33

Aklın Adaleti Kapsamında İnsanın Hak ve Sorumluluk Dengesi

Akleden dindarlığın akıl olgusuyla olan ilişkisi, insanın oksijenle olan ilişkisi gibidir. Bu ilişkiyi kesmek, insanı oksijensiz bırakacağı için ölümüne sebep olacaktır. Tıpkı bunun gibi, dindarlık süreçlerinde aklı devre dışı bırakan tercihlerin de Kur’an’ın önerdiği dindarlık ölçüleri içinde yeri olmamalıdır. Zira akıl denilen yetenek, hem insanlığı ve hem de dindarlığı tahkim eden aslî değerdir. Bu değerden uzak duran yaklaşımların “makbul dindarlık” ölçüleri içinde yer bulması söz konusu dahi edilemez.

Yakınlarda rahmet-i rahmana kavuşan değerli hocamız Hasan Onat‘ın ağzında son derece anlamlı duran “aklın adaleti” kavramı, insanın fıtrat değerleriyle bezenmesi akabinde, bu değerlerin hayata taşınması süreçlerinde bireysel iradenin olumlu seçimlerine işaret etmektedir. Yüce Allah’ın yaratmış olduğu insanı ne eksik ve ne de başıboş bırakmayacağını bilirsek, bu donanımların insan için ne anlama geldiğini daha yakından anlayabiliriz. İnsana hakikat karşısında sağlıklı ve iradeli bir duruşu temin eden bu kavram, yine insana hakikatperver olmayı da salık vermiş gibidir. Kim ve ne olursa olsun doğruyu, sadece doğruyu söyleyebilme iradesi, aklın adaletinin bireylerde tecessüm etmiş hâlidir. Akıl sahipleri için hemen her durumda onur duyacakları bir duruşu temin eden bu yaklaşım, insanın öz değerleri mesabesindeki katkılardan sayılmalıdır.

Benzer şekilde, insan olarak sadece bireysel sorumluluklarımızı idrak edecek bir yaşantı içinde olmayı tavsif eden değil, bunun yanında, başkalarına da fayda sağlamayı hedefleyen “aklın zekâtı” kavramı da bir o kadar değerlidir. Zira bu oluşumdan ortaya çıkacak olan her şey, sadece bize değil bütün mahlûkata yarar sağlama kapasitesine sahiptir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliği, işte bu vasfıdır diyebiliriz. Nitekim insan, herhangi bir iş yaparken sadece kendisini değil, diğer bütün varlıkları ilgilendirecek derecede komple adımlar atabilmeyi başaran yegâne varlıktır. Onun atacağı adımlar, diğer varlıkların yaşama alanlarını daha da güzelleştirecektir. Belki de bu yüzden, insan aklının ürettiği her değer, hem insana ve hem de diğer varlıkların yaşamlarına olumlu manada katkı sunabilecektir.

Yeryüzünde belli amaçları tahkim etme amacıyla halkedilmiş olan insanoğlu, son derece güçlü olan beşerî donanımlarına istinaden akıl ve iradesi sayesinde “değer üreten” bir varlık olarak bilinmektedir. Sâlih amel kapsamında olan değer üretme faaliyeti esnasında, ondaki hazır bulunuşluğun yanında pratiğe yönelme tercihini de unutmamalıyız. Öyle ki insanı diğer varlıkların fevkinde bir konumla birlikte ifade eden bu olgu, insanın hayata dokunuşunun diğer adı olan “aklın adaleti” gibi son derece değerli bir kazanımdır. Akıl ve adalet terimlerinin anlamsal içeriklerine dayalı olarak gelişen bu durumlarda hem sahip olduğumuz değerler bakımından, hem de bu değerlerin hayata taşınması noktasında iradenin devreye sokulması gerekmektedir. İnsan iradesinin devreye girmesi arifesinde ise konuyu açıklayan son derece sahih ifade biçimleri bulunmaktadır. Zira akıl, insanı potansiyel sorumluluk makamına oturtan en değerli yetenektir. Ancak aklın kişiye fayda verebilmesi için, onun size önerdiği şeyleri irade üzerinden hayata taşımak lazımdır. Bir anlamda akıl, bankadaki hesap gibidir. Onun potansiyel olarak âtıl bir şekilde durması değil, işlevsel olup kullanılması fayda verecektir.

Kendisine değer atfeden insanın, öncelikle görüneceği nokta vahyin aynası olmalıdır. Bu aynadaki görüntüsü iyi olan kişilerin mutlak surette beşer aynasında da iyi göründüğü düşünülmelidir. Yani Allah’ın hoşnut olduğu bireylerden kullar elbette ki memnun kalacaklardır. Bu memnuniyet sürecinde insan yaratılışının kıymet arzeden projesi aşamasından tutun,  insanı yeryüzünün yönetimine âdeta mahkûm eden değişik evreleri de bulunmaktadır. Bu sebepledir ki insanoğlu, anne rahminden itibaren muhatap kabul edilir bir varlıktır. Onun muhataplığı, erdem ve eşref değerler üzerinde yaratılmasıyla eşdeğer bir sonuçtur. Bunun gibi varlık olarak muhatap kılınan insanın, ergenlik dönemindeki durumu ise, başlı başına kişiyi hesap verme olgusuna muhatap kılan “sorumluluk çağı”dır. Bilinmelidir ki varlık olarak “muhataplık çağı”na erişmiş olan insanın, hesap verme bilincinin olgunlaşması akabinde yükümlülük evresine geçtiği yaşamsal adımları bulunmaktadır.

Dinin cenine, çocuğa, sonrasında ise bireye bakışı, kararlı irade, değerli insan, vazifeli birey, yol gösteren vahiy, iyi hâl, sorumluluk ve yaşamsal denge üzerinde gelişen geniş bir alanda meydana gelmektedir. Keza, bu adımların hem insanın yetenekleriyle uygun “yapılabilirlik” vasfı bulunmaktadır hem de insanı bir yerden alıp başka bir yere getirme gücü vardır. Aynı şekilde, dinin insana bakışı da bu minval üzeredir. İnsan denilen varlık, bebek ya da çocuk olsa bile muhatap alınan insan olması açısından yetişkinden farklı değildir. Onunla yetişkini ayıran şey, vereceği kararlardaki tecrübesizliği ve buna dayalı olarak muhakeme gücünün henüz olgunlaşmamış olmasıdır. O nedenledir ki insanın diğer canlılardan farklı olarak küçüklükte uzun süren yetişme ve olgunlaşma evresi bulunmaktadır. Bizler, bazı canlılarda olduğu gibi doğar doğmaz her şeyiyle hayata tutunma becerisine sahip değiliz. O aşamaya gelene dek maddî-manevî pek çok katkıyı yanıbaşımızda görmek durumundayız. Bu itibarla, insanın emekle yetişen bir varlık olması, onun başkalarına emek vermesini vicdanen zorunlu hâle getirmiştir.

Varlık denilen olgunun hemen her çeşidinin faydadan hâli olmadığını bilmek gerekmektedir. Yine, varlıkların fayda, yarar, iyilik hanesine kendi çapında ekledikleri olumlu şeyler olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Bilindiği gibi Kur’an, fayda ve yararın zirvesi olan sâlih amel bilinciyle taltif ettiği insan olgusunu en değerli varlık kategorisinde halketmiştir. İnsan unsurunun irade ve eylem üstünlüğü, ona bu hakkın tesliminde önemli bir aşamadır. Tıpkı bunun gibi, insanın gelişim dönemlerinden de bahseden Kur’an, döllenme sonrasında oluşan varlığı “birey” kapsamında görmek suretiyle onu koruması altına almış bulunmaktadır. İnsanın gelişim evrelerine bağlı olarak verilmiş olan hak ve sorumlulukları olması, Kur’an’ın adalet ve eğitim değerlerini ne denli önemsediğine bir katkı sayılmalıdır. İşbu nedenden ötürü “insanı ıslah etme” iradesi öne alınmasına karşılık, “insandan vazgeçme” iradesi ise olası bir tercih değildir.

Görüldüğü kadarıyla Kur’an’ın birey tasavvuru, döllenmeyle başlamakta, yaşanılan hayatın değişik evrelerinde devam etmekte ve nihayetinde ölümle sona ermektedir diyebiliriz. Ancak, insanın “hatıra kaydeden” bir varlık olması hasebiyle, ölümün sonrasında da anılır olması akıldan çıkarılmamalıdır. Ve dahi dünya işlerindeki olumlu veya olumsuz katkılarımızın getirisinin ölümden sonra da devam ettiği bilincinde olmalıyız. Herhâlde sadaka-i câriye yani sonsuza dek gelir getiren davranış kümesi sadece insan için düzenlenmiş bir alandır. Bu sürecin en değerli ve en anlamlısı olan bireyin hayatının öncelikli olarak çocukluk olgusu üzerinden tanımlanmış olması ise, vahyin birçok açıdan muhatap almış olduğu çocuk tasavvurunu açıkça ifade etmektedir diyebiliriz. Deyim yerindeyse “insandan vazgeçmeme” hâli olan bu yaklaşım, daha başında çocuğa bu denli kıymet veren bir sistemin, çocukluktan sonraki aşamalarda ondan vazgeçmesini söz konusu edilemez bir noktaya taşımıştır.

Yine Kur’an, insanın gelişim evrelerinden bahsetmek suretiyle, çocuğun biyolojik ve zihinsel yeteneklerine göre sahip olabileceği hak ve yetkileri düzenlemiştir. İnsanlığın doğrudan kapsamında olan çocukluk devriyle ilgili olarak Kur’an’ın eğitim, sevgi-saygı, korunma, ahlâkî donanım, ibadete hazırlık, aile sorumluluğuna katkı, meşru isteklere itaat, dinin emir ve yasaklarına riayet, yasal çerçeveyi gözetme gibi son derece etkin olan “yetki” ve “öğrenme alanları” bulunmaktadır. Birey olmanın en temel hazırlık safhası olan bu aşamada Kur’an’ın uyarı, istek ve yardımlarını yanı başında hisseden çocuk olgusunun her daim gelişme çağlarında yanında olacak azığa sahip olma şansının bulunduğu söylenmelidir. Bu nedenledir ki, Kur’an’ın yetişmesine bu denli katkı sunduğu varlığı “başıboş bırakmama” iradesi, insan-akletme-sorumluluk aşamalarında her daim öne çıkmaktadır.

İnsanın yetişmesinde en değerli aşama olan çocukluk devrinin anne-baba üzerinden hak ve yetki devri olduğu düşünülürse, sonraki dönemlerde zihnî gelişimine bağlı olarak sorumluluk almaya başlayan çocuğun varlığı öne çıkmaktadır. O yüzden vahyin doğrudan muhatabı olma sürecinin bu evrede başladığını söyleyebiliriz. İnsanın yetişme aşamalarındaki hassasiyeti dikkate alan her sistem gibi İslâm da, kendi ideallerini gerçekleştirmek için çerçevesini çizdiği bir insan projesini yetiştirmeyi hedeflemiştir. Aslında sadece “insan”dan oluşan bu proje, zaman içinde insan olgusunun zayıflayan yanlarını tahkim ettiğinden ötürü “yeni insan” olarak da gösterilebilir. Vahyin koordinatlarına uygun yol alan bu insan ya da yeni insanın, hayattaki pek çok olumsuzluğu ortadan kaldıracak ve dünyayı yaşanabilir bir cennete çevirecek hem potansiyeli/yeteneği, hem gücü ve hem de iradesi bulunmaktadır. Bize düşen vazife, bu yolda karalı adımlarla ilerlemektir.

Akleden insanın akleden dindarlığa ulaşabilmesi adına gelişiminin hemen her evresinde hak ettiği saygı ve ilgiyi görmesi lazımdır. Her şeyi yerli yerine koma anlamında olan adaletin bize sağladığı temel kazanım budur. O sebeple aklın ahlâkı ile aklın adaleti kavramlarını önemsemekteyiz. Bencilliği ortadan kaldırma adına devreye soktuğumuz aklın zekâtı kavramı ise, bize diğergâm olmanın yaşayan iyi hâllerini gösterecektir. Bireyin gelişiminde hemen her aşamayı titizlikle gözlemleyen Kur’an’ın, birey olma yoluna giren herkese son derece güçlü lojistik yardımlarda bulunmaktadır.  Bu açıdan Yüce Allah’ın insanın hâllerinden bir hâl olan “çocukluk çağı” için ayrıca düzenleme yaptığını da söylemeliyiz. Yapılan bu düzenleme ve planların pratik hayata aktarılmasında seçilmiş olan elçilerin ve önemli aktörlerin olması, Kur’an ve birey/vahiy ve çocuk temasının ne denli önemli bir işlev gördüğüne kanıt sayılabilir. Özellikle Hz. İsmail, Hz. Yûsuf, Hz. Lokmân (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) üzerinden gelen uyarı cümleleri, insanın gelişip, kişilik kazanması süreçlerinde bu çağın ne denli önemli olduğunu haber verecektir. Aklı başında olan herkesin görebileceği bu katkı, aynı zamanda birey/çocuk yetiştirmede bizlere örneklik de edecektir.

Netice olarak ifade edebiliriz ki insan, saf, tertemiz ve günâhsız olarak geldiği bu dünyada, kendi iradesiyle yaptıkları yüzünden aynı saflığı koruyamadan göçüp gitmektedir. Zaman içinde değişik istek ve arzuları üzerinden kötücül tercihlerini artıran insanın zaman zaman dönüp masum kaldığı devirlerinden ibret alması gereklidir. Bu bakış, ona nerden nereye vardığını daha yalın bir şekilde gösterecektir. İnsanın nerden gelip nereye gittiğini kavraması adına bu bakışın son derece önemli olduğunu unutmamalıyız. Bu sebepledir ki, Kur’an’ın insanın en mâsum devirlerinden birisi olan çocukluk devriyle ilgili olarak düzenlemiş olduğu hak, yetki ve sorumluluk üçgeninin, çocuğun bireyleşmesinde ve Yüce Allah’ın muhatabı olma süreçlerinde son derece büyük önemi bulunmaktadır. Bu tür bir bilinçli yaklaşım, bütünüyle bu aşamaların çocuğu sevgi bahçesinden alıp, sorumluluk noktasına nasıl getirdiğinden bahsedecektir. Kendi adına son derece güçlü bir kazanım olarak elde edeceği şey, varlığın en şereflisi olan insanın, yine bu çaba sayesinde varlığın en sevimlisi olan çocukluğu nezdindeki katkılarını yakından görme fırsatını yakalama şansı olmasıdır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu