banner4
25.04.2021, 13:36

AHLÂK, ADALET ve HUKUK’UN İYİ İNSAN/İYİ MÜSLÜMAN YETİŞTİRMEDEKİ ETKİNLİĞİ

İslâm davası olan her bir kişinin öncelikli olarak ahlâk davası olmalıdır. İster genel manada “adalet”, ister özel anlamda “hukuk”, isterse de bireysel anlamda “hak” peşinde koşalım, bu adımların hemen hepsinin dayandığı temel insanın üzerinde halk edilmiş olduğu temel değerler olan “ahlâk konsepti” içeriğidir diyebiliriz.  O itibarladır ki ahlâkî değerlerden beslenmeyen hiçbir adım, ahlâkî duruşun gömülü değer kümesi mesabesinde olan “fıtrat” bağlamında sağlıklı bir içeriğe de kavuşmuş olmayacaktır.

Ve dahi bu yönelim, bahsedilen aslî, potansiyel ve de gömülü değerler üzerinde halk edildiği bilinen insanlığın kalıcı menfaatine yönelik sonuçlar üretemeyecektir. Tabiidir ki varılan bu sonuç da, yaratmış olduğu insandan öncelikli olarak yaratılış değerleri olan ahlâkî tercihlere uygun davranış bekleyen Yüce Allah’ın hoşnutluğunu temin etmemiş olacaktır.

Gerek sözel/ilkesel/teorik ve gerekse de fiilî/eylemsel/davranışsal olarak ahlâk, adalet ve hukukun açık vermeden temerküz etmiş olduğu sistemin adı olan İslâm, insanlığın yegâne kurtuluş seçeneği olarak öylece yerli yerinde beklemektedir. Hâlbuki onun beşer hayatına taşınması gereken ilkeleri sayesinde insanlığın kurtuluşu temin edilebilecektir. Öyle görülüyor ki adına Müslüman topluluklar dediğimiz halkların bu ilkeleri hayata taşımakta oldukça sorunlu durduğu gözlemlenmektedir. Bu sorunlu yapının tarihte olduğu gibi bugün de devasa yekûn tutan bir faturasının olması ise üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Diğer bir deyişle, Müslümanların inandıkları temel değerleri hayata taşımakta bu denli isteksiz ve de zayıf düşmeleri üzerinde kafa yormak gerekmektedir.

Günümüz dünyasında altmışın üzerindeki İslâm ülkesinin insanlığa örnek olacak ahlâkî sistemi temin edememiş olmaları; hâlihazırda devrede olan siyaset, bilim, eylem ve diğer ahlâk kümelerinin de benzer şekilde sorunlu olduğunu haber vermektedir. Dışarıdan bakanın bu manzarayı görüp Müslüman olma istek ve şansını elinden alan bu yapı, ümit edelim ki, temel ilkeleri kendi öğrenenler vasıtasıyla hayata taşınabilecek durumda olabilsin. Yoksa dünya üzerinde mevcut olan 236 ülke içinde yaşayan 63 Müslüman ülke ve toplulukların hayatlarına bakarak hatta resmi dini İslâm olarak lanse edilen 27 Müslüman devletin hâllerine imrenmek suretiyle kendilerine örnek seçmek isteyeceklerin uzun süre düşünmeleri gereken günlerde yaşamaktayız diyebiliriz.

Bildiğimiz kadarıyla insanın yetişmesinde devrede olan ahlâkın ilk basamağında “bireysel ahlâk” denilen kişisel ahlâk yasaları bulunmaktadır. Zira diğer varlıkların bütünü olmak üzere hemen her şeyin bağlı olduğu ahlâk yasası, bireyin edinmesi gereken temel ahlâkî yasalarla doğrudan ya da dolaylı olarak bir şekilde bağlantılıdır. Ya da bireyin müdâhil olmadığı bir ahlâkî alanın olmaması hakikati dolayısıyla, insan ve toplumu eğiten her değerin öncelikli olarak insanı/bireyi eğitme durumu hâsıl olmuştur diyebiliriz. Belki de sırf bu nedenledir ki, bütün kutsal metinler başta olmak üzere insanlığın sözel ve derinden anlamasına sunulan bütün öğüt kümeleri de temel olarak bireyi hedef almakta gibidir.

Muhakkaktır ki bu hedef kitlenin gücü ve etkinliği üzerinden diğer alanların da düzelme şansının olması muhtemeldir. İşbu nedenden ötürü, ahlâkî değer denilince öncelikli olarak bireyi inşâ eden temel düsturlardan bahsedilebilir. Bu sebeple insanlığın tek dini olan İslâm’ın öne aldığı her uyarı cümlesi de temelde çevre ve toplumu inşâ eden birey/insan merkezli olmuştur. Mamafih eşyanın tabiatına son derece uygun olan bu seçim, yeryüzünde kaim kılınan ahlâkın her durumda yaşaması için gerekli olan katkı babında ele alınmalıdır.

Bu aşamada unutmamak gerekir ki, doğal bir süreç olarak bireysel ahlâkı takip eden zorunlu evre “sosyal ahlâk” kümesi olmaktadır. Buna göre, bireylerin yaşamsal unsur hâline getirdikleri ahlâk kurallarından beslenen toplumların, tıpkı bireylerde olduğu gibi “sosyal ahlâk” kümesi dâhilinde olumlu yol aldıklarından bahsedilebilir. O nedenle toplumu inşâ etmek isteyen her din ve ideoloji, öncelikle bireyden başlamak lüzumunu kavramıştır. Zira “İnsanı eğit ki toplum eğitilsin” düsturu, her şeyin başının insan ve onun tercihi olduğunu göstermektedir. Bu açıdan bakılınca dünya üzerinde yaşanabilir bir ortamı yaratma, yaşatma ve devam ettirme sorumluluğu/yükümlülüğü olan “emanet” görevinin insana tevdî edilmesini daha sağlıklı bir şekilde anlayabiliriz.

Güzel insanların yön verdiği toplumların güzel ve yaşanabilir toplumlar olarak bilinmesi ise, merkezinde varoluşsal değerler üzerinde yetişen beşer unsuru bulunmaktadır. Hâsılı, dünya üzerindeki yaşanabilir ortamlar, varlığına potansiyel kuvve olarak nakşedilmiş olan ahlâkî erdemleri içselleştirmiş olan insanın olduğu iyilik hareketleri sayesinde gerçekleşmektedir. Hak, hukuk ve adaletin temaşa edilebildiği toplumların billurlaşan veçhesinin mutlak manada “iyi insan” olgusu olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Nihayetinde sünnetullah yasaları kapsamında iş gören sosyoloji, bu meyandaki her yatırımın öncelikli olarak insana yönelik olduğunu ifade etmekle kalmayıp, yanı sıra, temel yaklaşımlarını besleyen mühim şeylerin de “bireysel kalite” olduğu hakikatini gösterdiğini unutmamak lazımdır.

Ahlâk, adalet ve hukuk konseptinin bir diğer bileşeni olan bilim/ilim ahlâkı, insan ve toplum hayatının ayrılmaz bileşeni mesabesindedir. Bu üçlünün beslediği bilim anlayışının geçici çıkarlar uğruna temel yasaları bertaraf etmeyeceği düşünülür. Yüce Allah’ın tabiatta yaratmış olduğu yasal durumun adeta formüllerini barındıran bilim/ilim dünyasının keşfi, mutlak olarak Allah’ın yasal durumu olan “âdetullah” olgusunun daha yakından bilinmesi demektir. Bilimsel özgürlük ve ilmî keşif bağlamında olgusal durumla ilişki kuran insanın elde ettiği sonuçları çıkar ve yönlendirmeye mâruz kalmadan ifade edebilmesi ise, bilim ahlâkının bireyde yeşeren bir tezahürü olacaktır.

Ne yazıktır ki insanoğlu olarak, ister sosyal alanda olsun, ister fizikî ve isterse de diğer alanlarda olsun, Yüce Allah’ın âdetullahı mesabesinde olan yasal durumları ters yüz eden dinsel ve de bilimsel geleneğin mirasçıları durumundayız. İmdi, “bilimsel merak” kapsamında hakikati arama sevdasındaki insanlık olarak bu yoldan tez elden dönülmesi gereklidir. Yoksa insanın kendi kazdığı kuyuya düşmesi ve kendi başına bela açması işten bile değildir.

Adalet ve hukukun beslediği ahlâkî donanımların en belirgin noktası, kamu hukukunun ahlâkî erdemler üzerinde yükselmesi seçeneğidir. Bunu inşâ ve ihyâ eden kişi ve toplulukların kurmuş oldukları organizasyonların daima huzurlu bir yaşam sürdükleri bilinmektedir. İster devlet bazında olsun, ister daha büyük ve küçük ölçeklerdeki oluşumlar olsun, insanın bu minvalde kurduğu her oluşum, sonuçta adalet ve adalete dayalı hukukun yeşerdiği ortamlar olmalıdır. Bugün için bu noktadan oldukça uzak duran Müslüman toplumların, dün için bu konuda övünecekleri güzel örnekleri olması demek, bugün için de benzer durumları yaşanabilir kılabilecekleri imkânlarının önünü açmaktadır.

Eğer ki atalardan esinlenilecek bir değer varsa, onun da geçmişte tedris edilmiş yaşantı modelleri olan “iyi örneklikler” olması muhtemeldir. Ancak geçmişten tevârüs edilen örneklerin yaşanabilir kılınması adına “dünde kalmak” değil, ilgili yaşanmışlıkların dayandığı temek ahlâk ve adalet ilkelerinden hareket ederek “günü kurgulamak” lazımdır. Yoksa din ve ahlâkın her geçen gün ve nesil özelinde bir nostaljiye dönüştüğünü kabul etmek gereklidir. Bu amaçla, tarihsel süreçte günü ıskalayan nesillerin yapageldikleri gibi “geçmişi kutsama” anlayışından “geçmişi anlama” noktasına varmayı hedefleme iradesi tercih edilmelidir.

Müslüman toplumların dünya üzerinde yaşayan kişi ve toplumlara verecekleri en değerli örneklik, ahlâk ve hukukun en değerli yaşamsal modeli olan “aile kurumu”dur diyebiliriz. Bu kurumun hem birey, hem toplum ve hem de insanlığın gelişiminde ne denli etkin olduğunu bilirsek, adaletle beslenmiş olan hak-hukukun öncelikli olarak aile ortamında “yaşamsal ahlâk”a dönüşmesini daha önemseyebiliriz. Ve dahi bunu yaptığımız takdirde insanı eğitme hususunda bahsedilen temel değerlerin yaşamsal mekânı olan aileyi daha yakından kavrayabiliriz. Öyle ki Müslüman toplumların dünyaya örneklik edecekleri en seçkin vasfın aile hukuku ve değerlerini koruma olduğu unutulmamalıdır.

Ne var ki son derece garip bir durumdur ki, erkek egemen toplum şemasına yakın olan Müslüman toplumların ailenin dominant unsuru olan kadın hakları konusunda yaya kaldığı görülmektedir. Behemahâl Müslüman toplumları dünya arenasında oldukça sorunlu gösteren bu eksikliğin giderilerek yeniden örneklik bandına yükseltilmesi elzemdir. Aksi takdirde dinden beslenen ahlâkın adalet ve hukuk üretmediği bir yaşamsal pratiğe ulaşırız ki, gelinen bu aşamanın ne kimseye bir faydası olur ve ne de örnek alınacak bir vasfı kalır. Böylelikle kendi ayağına kurşun sıkan her tercihten uzak durmanın ivedilikle yaşam formu hâline sokulması demek, Müslüman dünyanın ahlâkî erdemler bazında örnek alınabilecek bir resmiyete bürünmesi demektir.

İnsanlığın yol azığı mesabesinde olan ahlâk, adalet ve hukuk değerleri, birey ve toplumun yaşantısında “kurumsal ahlâk”ı besleyen bir veçheye bürünerek kalıcılığını temin etmesi gerekmektedir. Bu sonucun milletlerin devamı için son derece gerekli olduğunu bilirsek, her gelenin bu değerleri yeniden keşfine de mahal vermemiş oluruz. O nedenledir ki, siyaset ve idareden tutun, en küçük paylaşıma değin her aşamada ahlâkın kaynaklık ettiği bir kamu hukuku ve kamu ahlâkı projesi yaşamsal unsur hâline gelmiş olmalıdır. Kanun ve yasaların herkesi bağlayacağı âdil ve eşit uygulamaya evrilen bir hukuk çıkarımı, Yüce Allah’ın dahi kendi koyduğu kanunlara iktifa etmesi örnekliğinden giderek kimseye ayrıcalık tanımamalıdır. Zengin, etkin, güçlü ve yöneticilerin adalet ağını delen kimseler olmaları tercihi, kalıcı ve besleyici olan ahlâk ve adalet ilkeleri üzerinden önlenmelidir. Ve dahi adalet ve ahlâkın sadece zayıfları tutan ve zayıflardan beklenen bir unsura dönüşmesinin önüne geçilmelidir.

Kanuna uymak, kanun yanlışsa onu değiştirip değişen yasaya uyma iradesi, aklı başında her kişinin adalet ve ahlâk özlemine deva olan bir tercih olmalıdır. Yoksa reel pozisyona göre yasa üreten ve kuvvetler ayrılığını önemsemeyen bir kitlenin varlığı ortaya çıkar ki, bu durumda ahlâk ve adaletin olası tanımları bile değişebilir. Dünya üzerinde cârî olan bazı örneklere bakılacak olursa, bu tercih, zaman içinde insanlığın ekser uygulaması olmuş gibidir. Geriye kalanların adalet, hak ve hukuk özlemine deva olmayan bu uygulamaların ne Yaratıcı için ve ne de O’nun tavsiyelerini dinleyen ahlâklı bireyler için cazip olmadığı her durumda açıkça ve de mertçe söylenmelidir.

Birey ve toplumların azığı mesabesinde olan ahlâk ve adaletin varlığın devamını temin eden “çevre ahlâkı” modeli de olduğunu unutmamamız gereklidir. İnsanın kendisine sunulan her türlü nimete karşılık verme yaklaşımını ele veren bu ahlâk biçimi, neticede nimete karşılık olarak gerçekleştirilen bir tutuma da işaret eder. Her nimetin değişik ölçeklerde külfeti olduğu bilinirse, çevre denilen yaşam alanlarımızla farklı düzeylerde geliştirebileceğimiz ahlâkî davranışların olması doğaldır. Tabiat denilen verili nimete karşılık olarak ona nankörlük etmeyen ve gerektiği kadarını gerektiği yerde kullanan bir eylem ahlâkının insanı ne derece olumlu tercihlere yönelttiği unutulmamalıdır. Buna uygun olarak doğayı atalarımızdan miras değil, torunlarımızdan emanet aldığımızı söyleyen Kızılderili bilgesi gibi, yaşamda bize sunulanları hoyratça değil, itinayla kullanmak gerektiğini daha yakından ve bilinçli bir şekilde kavrayabiliriz.

Açıkça görüldüğü kadarıyla, insan nesline sonsuza değin yetecek olan bu dünyanın bazıları için doyumsuz bir istek alanına dönüşmesi, gelirin adaletsiz dağıtımına neden olmuş gibidir. Haddizatında düşünsel ve dilsel ahlâkın peşinde olan sağlıklı bireylerin kurdun dahi yapmadığı bu taksime itiraz etmeleri varoluşsal bir tepkidir. Bundan uzak durmanın yaratacağı ağır maliyet gereği, insanlığı besleyen değerler olan ahlâk ve adaletten uzaklaşmayı tercih etmememizin farkına varabiliriz. Bu farkındalığın bizi insan denilen konseptin “eşref” kısmında tutacağı kuşkusuzdur. Aksi takdirde, yaratılanların en değerlisi olma seçeneğiyle üzerimize yüklenen sorumlulukların ayırdına varamaz isek, insan denilen oluşumun “esfel” kısmındaki yerimize hazırlıklı olmalıyız.

Sonuçta insanı insan yapan değerler, eşyayı da eşya yapan değerlerle birlikte tanzim edilmiştir diyebiliriz. Hiçbir varlık ve nesne diğeri olmadan varlığını anlamlandıramaz. İşbu nedenden ötürü, insan tercihlerinin dünya üzerinde anlam kazandığı nokta olan ahlâk sınırlarını aşmamamız özellikle tavsiye edilir. Eğer ki bu nokta ya da seviye aşılırsa insanın hevâ ve hevesinin onun tanrısı mesabesine çıkarak, onu yönlendirdiği sevimsiz bir sürece dûçâr olması işten bile değildir. Nefsinin isteklerini aklıyla kavrayıp iradesiyle kontrol edemeyen varlıkların süreç içinde kötülüğü normal bir iş gibi görüp-gösteren varlık kurgusu gereği şeytanlaşarak onun eylemsel tercihlerine yakın durduğu söylenmelidir.

Bazı insanların durduğu bu yerin, ne Yüce Allah’ın isteğine karşılık geldiği ve ne de insanın ahlâk ve adalet donanımına uyduğu söylenmelidir. Neticede insanın varoluşsal manada kendisine yakışanı yapması demek, varoluşunun temel harcını atan ahlâk ve adalet değerlerini öne alması ve bunlar üzerinde şahlanan bir hak-hukuk sistemi gerçekleştirebilmesidir. Bunu başaran insanın hem fıtraten ve hem de aklen hatta her ikisini yaşanan hayata taşıyan kişisel irade üzerinden son derece olumlu bir tercihte bulunduğuna şahitlik edebiliriz. Belki de insanın bu vasfı gereğidir ki, Yüce Allah’ın sorumluluk yükleme adına seçtiği varlık olmasının sırrı ya da realitesi açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.

Yorumlar (0)
12
az bulutlu