banner4
25.05.2020, 17:39

27 MAYIS 1960’IN ÖNÜ VE ARKASI

2 gün sonra 27 Mayıs 1960 darbesinin 60’ncı yıl dönümü. 

27 Mayıs 1960’da yapılan, Türkiye’nin kara tarihi olan ihtilallerin ilki ve tarihimizin yüz karası olan, kendi ayağımıza kurşun sıktığımız günün 60’ıncı yıl dönümüdür 27 Mayıs.

27 Mayısa götüren nedenlerin, esasen, bilinen ve kamuoyuna sunulanlardan ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Bana göre bunun başka esaslı nedenleri vardır:

1- Türk demokrasisinde, çok partili hayata geçişteki hazımsızlık.

1923-1938 yılları arasında, gerek uluslararası ilişkilerde ve gerekse ulusal düzeyde siyaset, ekonomi, tarım, sanayi gibi birçok konuda pozitif gelişmeler yaşanmış ve o dönemin her türlü yokluk şartlarına rağmen ülkemiz bu dönemde yani rahmetli Atatürk döneminde, içeride ve dışarıda dev adımlarla ilerlemiştir ülkemiz.

Hal böyle iken, Atatürk’ün erken vefatıyla Türkiye, adeta hem erken ve hem de hazırlıksız bir şekilde, üstelik de onun öngörü, kabiliyet ve vizyonunun yarısına bile sahip olmayan kişilerce yönetilmeye başlanılmıştır. (Hatta bu konudaki bazı  yazar çizerlerin ve dönemin tanıklarının ağırlıklı görüşleri, Atatürk’ün İsmet İnönüyü çoktan sildiği ve aralarının açık olduğu yönündedir).

1938’den sonraki dönemde, siyasette, ekonomide, tarımda, sanayide, teknolojide yani neredeyse hiçbir alanda kayda değer bir gelişme sağlanamamış, hatta var olanlar da kaybedilmiştir. Öyleki, Türkiye önce kabuğuna çekilmiş, devamında da komünizm korkusunun da etkisiyle tamamen ABD güdümüne girmiştir. 

Oysa daha 15 sene kadar önce, yine içimizden bazılarının ABD mandası talebi bizzat Atatürk tarafından reddedilerek kurtuluş savaşı başlatılmıştır. 

Yani Atatürk ilkeleri, Atatürk’ün vefatını müteakip bizzat İnönü liderliğindeki CHP tarafından yok edilmiş ve hatta bu yok ediş paramızdan Atatürk’ün resmini çıkarmaya kadar da gitmiştir.

Tüm bu memnuniyetsizliklerin üzerine, bir de 1946’da yapılan açık oy- gizli sayım yöntemiyle yapılan adaletsiz seçim, halkın CHP yönetimine tepkisini içten içe iyice artırmıştır.

İşte tüm bunlardan sonra, 1950 yılında gizli oy- açık sayım usulüyle yapılan genel seçimlerde, halk hür iradesiyle, yılların memnuniyetsizliğini sandığa yansıtarak İnönü liderliğindeki CHP’yi muhalefete göndermiştir.

Bu durum ise, kendini memleketin ve cumhuriyetin tek ve değişmez sahibi olarak gören hem CHP’de ve hem de idarecilerin büyük bir kısmında bir kıskançlık ve hatta kin ve hınç birikimi başlatmıştır. 

Bu önyargılı bedbaht psikoloji, o dönemde, masum halk üzerinde ve arasında değil ama, yöneten elit yapıda sürekli canlı tutulmuştur.

2- Halkın tercihinin sandığa tam ve adil bir şekilde yansıtılarak, milletimizin tercihi nasıl ise o şekilde bir yönetim oluşturulması, kendini vatanın tek, mutlak ve gerçek sahibi gören sözde elitler tarafından kabullenilememiştir.

Çünkü onlara göre halk cahildir, yanlış tercih yapabilirler. Bu nedenle “halka rağmen halk için” anlayışındaki sözde mürekkep yalamış ama halktan ve ülke gerçeklerinden kopuk olan, güya okumuş bu cahiller, arada demokrasiye kendi kafalarına göre balans ayarı yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Oysa lafa geldi mi her zaman demokrasi, insan hakları gibi söylemleri de kimseye bırakmıyorlardı. Epey azalsa da şimdi de öyle değil mi bu tür insanlar?

Ama halkı cahil gören bu okumuş cahiller, Kurtuluş Savaşını, cahil gördükleri o halkımızla birlikte kazandıklarını ve hali hazırda onların ürettikleriyle karnını doyurduklarını, bu milletin fedakarlığı ve cefakarlığı sayesinde var olduğumuzu anlamazdan geliyorlardı. Yani halka biçilen görev sadece çalışmak ve üretmekten ibaret kalmalıydı, ötesi kendi rahatlarını kaybetmek anlamına geliyordu.

3- ABD’nin, bize, komünizm gelecek, Sovyetler Birliği sizi işgal edecek şeklinde haklı/haksız sürekli korku empoze ederek, bu bahaneyle adeta hücrelerimize kadar bizi ele geçirdiği anlaşılmaktadır.

Bir de üstüne üstlük, 1938-1950 döneminde kötü yönetilen Türkiye’mizin içinde bulunduğu ekonomik ve sair sıkıntılara, bir de 2’nci dünya savaşı sürecinde doğru konumlanamamış olmamız gibi dış faktörler de eklenince, yeniden bölüşülen dünyadan ve dünya nimetlerinden pay alabilmek bir tarafa, tamamen ABD’ye bağımlı kalmamız sonucunu doğurmuş ve bu durum bağımsızlığımızı bile tartışılır hale getirmiştir.

İşte bu konjonktürde ve tamamen ABD güdümünde giden bir Türkiye var iken, yeni gelen yönetimin (DP iktidarının), gerek yurt içinde ve gerekse uluslararası düzeyde, ülkemiz menfaatine farklı dengeler kurma çabaları da, ihtilale giden yolun taşlarını döşemeye başlamıştır. Çünkü ABD, özellikle 1956-57’den sonraki dönemde Türkiye’yi kaybetmekte olduğunu artık iyice anlamaya başlamıştır.

Dolayısıyla ABD, Türkiye’de seçim yoluyla iktidarı değiştiremeyeceklerini anladıklarından, kaba kuvvetle değiştirilmesi için, kendi içimizdeki siyasetçi, asker, istihbarat, elitist yöneticiler, basın vs vs herkesi kullanarak, kandırarak ve hatta zorlayarak sonuca gittiği anlaşılmaktadır.

4- Ezanın Türkçeleştirilmesi. Bu husus, toplumun ezici çoğunluğunun ortak ve hassas konusu olduğundan, kendi içimizdeki kırılganlık ve hassasiyetleri artırmış ve kutuplaşmalara sebebiyet vermiştir.

Demokrat Partinin ve anlaşıldığı kadarıyla da rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in gayretleri ve kararıyla, ezan tekrar orjinaline döndürülünce, bu kez içeride ve dışarıda oldukça istismar edilmiş ve Atatürk devrimleri istismar ediliyor çığırtkanlığı başlatılarak, bu konuda hassasiyeti olanlar mevcut yönetime karşı kinlendirilmiştir.

5- Osmanlı Hanedan Mensuplarının Türkiye’ye Dönüşüne İzin Verilmesi.

3 Mart 1924 tarihli kanunla, Osmanlı hanedanına mensup 156 kişi vatandaşlıktan çıkarılmış ve 3 gün içinde sınır dışı edilmiştir.

(Ne büyük asalet ve ülkelerine saygıdır ki, bu insanlar bir belirsizliğe giderken, saraydan pek çoğuna değer bile biçilemeyen birçok şeyi, gittiğimiz yerlerde para-pul lazım olur düşüncesiyle yanlarında alıp götürebileceklerken, yani son gece çantalarına birşeyler tıkıştırabileceklerken, Saraydan çıkarken yanlarında saray envanterinde kayıtlı hiçbirşey götürmemişlerdir. Şu asalete ve vatan sevgisine bakarmısınız? Bir anda kendimizi onların yerine koyalım. Acaba biz olsak, gelecek korkusu ve geçim endişesiyle yanımızda yükte hafif pahada ağır neler götürürdük acaba?).

Yıllardır yurt dışında, oldukça ağır ekonomik ve psikolojik şartlar altında, parasız-pulsuz ve belki de küçümsemelere, hakaretlere bile göğüs gererek yaşamlarına devam etmeye çalışan bu ailelere Başbakan Adnan Menderes sahip çıkmaya çalışmıştır.

Başbakan Adnan Menderes 1952’de NATO toplantısı için gittiği Paris’te , büyükelçimize hanedandan olup da Fransa’da yaşayan kimler olduğunu ve ne yaptıklarını, nasıl geçindiklerini sormuş; büyükelçinin hiç bilmiyorum efendim cevabına sinirlenmiş ve “24 saat vaktin var, ya onların isim ve adresleriyle gelirsin ya da istifa mektubunu getirirsin” diyerek net talimatını vermiştir.

Paris Büyükelçimizin öğrenip getirdiği adreslerden birine gittiğinde, o tarihte yaşı 60’ı geçmiş olan Sultan Abdülhamid’in kızının Paris’te bir restoranda bulaşıkçılık yaparak hem kendisini ve hem de yaşı 80’ini geçmiş annesini (yani Sultan Abdülhamit’in eşini) geçindirmeye çalıştığını görünce oldukça etkilenmiş ve üzülmüş, yurda döner dönmez Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a giderek durumu anlatmış ve bir kanun çıkarılmak suretiyle bunlara sahip çıkılmasını talep etmiştir.

Ancak Celal Bayar’ın, “Adnan bey sen ne diyorsun, bu çok tehlikeli bir iş, bu bizim sonumuz olur, bunu başka bir yerde de konuşma” ikazına alınmış ve bozulmuş; bu nedenle de, ecdadım ve özellikle de eşleri (yani kadınları) ve çocukları bu şekilde onur kırıcı bir vaziyetteyken ben Başbakan olarak görev yapamam diyerek istifasını vermiştir.

Ancak, halkın içinden gelen, halk tarafından sevilen ve Atatürk’ün siyasete kazandırdığı Adnan Menderes’in istifasını kabul etmeyi siyaseten göze alamayan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, araya birilerini koyarak Başbakan Adnan Menderes’i istifadan vazgeçirmek için girişimlerde bulunsa da, Adnan Menderes çoktan Ankara’dan ayrılarak memleketi Aydın’a dönmüştür bile.

Bunun üzerine bir orta yol bulunarak, hanedan mensuplarından sadece kadın ve çocuklar için af çıkarılarak, tekrar vatandaşlığa alınmalarına ve isteyenlerin yurda dönemlerine izin verilmiştir.

Bu konular esasında oldukça teferruatlı ve bir o kadar da hüzünlü ve acıklıdır. Ancak bu makalemizde bu kadarını arz etmekle yetineceğiz.

Neticede, işte bu icraat da içeride ve dışarıda birilerini rahatsız etmiş ve olayın insani ve vicdani yönü bile göz ardı edilerek, saltanat yeniden hortlatılıyor tantanaları ve tahrikleri ile maalesef istismar boyutuna taşınmıştır.

6- CENTO’nun Kuruluşu:

Merkezi Antlaşma Teşkilatı (CENTO) olarak adlandırılan ve ilk önce Türkiye ve Irak arasında yapılan bu anlaşmaya sonradan Pakistan, İran ve Birleşik Krallık (İngiltere) dahil olmuştur. Şubat 1955 tarihinde imzalanan bu anlaşma,  özellikle ABD ve Sovyetler Birliği’ni ve hatta Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerini oldukça rahatsız etmiştir.

Nitekim, 1958’de Irak’ta ihtilal olunca, darbe yönetimi derhal bu anlaşmadan çekilmiştir. Daha sonra 1979’da İran’da Humeyni rejiminin gelmesiyle İran ve hemen akabinde de Pakistan anlaşmadan çekilmişlerdir. Bunun üzerine CENTO Daimi Komitesi Eylül 1979’da kendisini feshetmiştir.

CENTO’nun kendisini feshetmesiyle, ABD ve SSCB Ortadoğu’da etkisini daha da artırmaya başlamışlardır. Yani amaçlarına ulaşmışlardır.

Neticede, Türkiye’deki iktidarın bu ve benzeri şekildeki girişimleri, ABD’yi de, SSCB’yi de, Arapları da rahatsız etmiş ve iktidarın bu anlayışıyla iktidarda kalması kendileri için riskli görülmüştür.

7- Sovyetler Birliği ile ilişkileri kurma ve geliştirme çabaları.

O yıllar, dünyanın Doğu Bloku ve Batı Bloku şeklinde kutuplaştığı, acımasız bir rekabetin bulunduğu, soğuk savaşın devam ettiği, Türkiye’nin ABD’nin başını çektiği Batı Bloğunda yer aldığı kritik ve oldukça zor bir dönemdir. 

Dünyanın içinde bulunduğu böyle bir konjonktürde, Türkiye’nin SSCB ile iyi ilişkiler kurmaya kalkışmasının, Batı Bloku için asla kabul edilemez durumda olduğu bir dünya mevcuttur.

Dünyada ve Türkiye’de mevcut böyle bir konjonktürde, ABD’yi karşınıza alarak SSCB ile işbirliği çabalarına girişilmesinin risklerini ve sonuçlarını bir düşünün bakalım. 

8- Başbakan Adnan Menderes’in asla tasvip edilemeyecek, kabul edilemeyecek beşeri hataları ve zaafiyetleri.

Bu hususlar, devlet yönetimi ile ilgili olmamakla birlikte, beşeri anlamda yani bireysel hatalar ve yüz kızartıcı davranışlar olsa da, yine de Başbakan ünvanı taşıyan bir kişinin bu şekildeki zaafiyetleri ve nüfuzunu kullanması elbetteki asla kabul edilemez. Keşke öyle nazik ve samimi bir vatansever kişi olan Adnan Menderes bu tür zaafiyetlere de düşmeseydi. Beşeri hatalar bile olsa, bunlar asla hoş görülemeyecek türden yüz kızartıcı suçlardır. 

Ama dediğimiz gibi bunlar idari değil beşeridir; dolayısıyla bir ihtilalin gerekçesi asla olamaz.

Nitekim bu hususlar Yassıada yargılamalarında Menderes’in önüne konulmuş ve kamuoyunda itibar kaybetmesi amaçlanmıştır.

27 Mayıs Yassıada yargılamaları neticesinde, aralarında Cumhurbaşkanı ve Başbakanın da bulunduğu toplam 14 kişiye idam cezası verilmiş, idam cezalarına karşı çıkan ve aralarında dönemin Başbakanlık Müsteşarı olan Albay Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 14 kişi MBK (Milli Birlik Komitesi)‘nden apartopar tasfiye edilmiş ve bu tasfiyeden sonra konu o zamanın TBMM’si olan MBK’ya (Milli Birlik Komitesi’ne) getirilmiş, idam kararlarından 3’ü tasdik edilmiştir.

Başbakan Adnan Menderes’in idam sehpasına çıkmadan az önce yazdığı mektup ve gösterdiği dirayet olağanüstüdür. Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun metanet ve dirayeti de muhteşemdir. (Allah rahmet eylesin)

İdam kararı MBK’de onaylanan ve infaz edilen 3 kişiden, Başbakan Adnan Menderes dışında kalan diğer 2 kişinin Dışişleri Bakanı ile Maliye Bakanı olması halen daha tam olarak anlaşılamayan ve aydınlatılamayan bir konu olarak kalmıştır.

Çünkü iddia edildiği gibi suçlar işlenmiş olsaydı, idam hükmü onaylanan ve infaz edilenler arasından, ilgili birçok başka bakan ve  siyasetçi olması gerekirken (keşke hiç biri infaz edilmeseydi ama), özellikle bu 2 bakanın seçilmesi oldukça manidardır.

Tarihi inceleyince, mesela Dışişleri Bakanı rahmetli Sn Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrısın gerçek bir siyasi fatihi olduğu ve tamamen kendisinin canını dişine takıp, çok üstün gayretleri sayesinde Türkiye’yi garantör ülke olarak kabul ettirdiği ve bunu uluslararası andlaşmalarla sabit ve tevsik ettiren müthiş bir Dışişleri Bakanı olduğunu öğrenince, kendimize sormadan edemiyoruz?: Demekki içeride ve dışarıda, onun yaşamasını da potansiyel tehlike gördüler diye düşünmeden edemiyorum. (Ki, 1974 Kıbrıs müdahalesini, rahmetli Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun olağanüstü gayretleriyle imzalanan “Garantörlük Anlaşması”nın verdiği hak ve yetkilerle yapabildik).

İhtilalden sonra, Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli edilerek tasfiye edilen orgeneralinden her rütbedeki subay ve astsubaylarına kadar, bunların emekli ikramiyeleri nasıl karşılanmış, hiç araştırdınız mı? Ben araştırdım: ABD’den karşılanmış. İlginç değil mi?

Yine aynı dönemde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yerine geçerek yetkilerini cebren kullanan MBK (Milli Birlik Komitesi), meydanı boş bulduğundan, kendi düşünce ve görüşleriyle ters olan ve aralarında Ordinaryüs Prof. Ali Fuat Başgil, Ordinaryüs Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Prof. Tarık Zafer Tunaya gibi isimlerin de bulunduğu 147 yetişmiş beyinlerimizi de üniversitelerden ihraç etmişler.

Bürokraside, ekonomide, özel sektörde olağanüstü kıyımlar yaşanmış.

Başbakan Adnan Menderes’in idamından sonra, Yassıada’da kutlama yapıldığını dönemin asker tanıkları anlattı, cezaevi müdürü anlattı. Bunlar YouTube da halen daha var. Rezalete bakarmısınız?.

Başbakan Adnan Menderes’in idamını müteakip urganın ve celladın parası, eşi Berrin Menderes’ten istenmiş ve alınmış; bu ne kadar büyük bir şerefsizliktir. O kadının ve çocuklarının o andaki ruh haletini hangi kelimelerle izah edebilirler?

Peki ihtilalden ve idamlardan sonra ne oldu?

1- İhtilalde korkusundan sesini çıkaramayan halk, ilk seçimlerde Demokrat Partinin devamı diyerek Adalet Partisini iktidara getirdi. 

2- Türkiye en az 50 yıl geriye gitti. Bu geriye gitme, hem ekonomi, hem siyasi, hem hukuk ve hem de uluslarası ilişkilerdeki dengeler açısından oldu.

Nitekim, dönemin Başbakanı rahmetli Süleyman Demirel’in ifadesiyle, Türkiye 70 cente muhtaç durumlara bile düşmüştü maalesef.

3- Türkiye artık neredeyse tamamen ABD’nin kuklası oldu. (Nitekim 1971 muhtırasını müteakip dönemde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarının bile, ben, bu insanların ABD karşıtlıkları nedeniyle ABD’nin baskısıyla yapıldığını düşünüyorum).

4- 1960 ihtilali, Türkiye’de müteakip dönemlerde bir emsal teşkil etti ve darbeler dönemini başlattı. Bu sivil siyaset için bir travma oluşturdu. 

Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, 1962 Albay Talat Aydemir darbe girişimi, 1971 yılı 12 Mart Muhtırası, 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 postmodern darbesi, 27 Nisan 2007 e-muhtırası, hep bu darbenin verdiği cesaret ve açtığı yol sayesinde olmuştur maalesef.

Demokrasinin temel taşı olan siyasi partiler ve siyasetçiler, adeta her hareketlerinde ve kararlarında, asker ne der? Nasıl karşılar? diye düşünmek zorunda kaldılar. 

Bu psikolojik durum ve travma da, yönetenler üzerinde, rahat ve objektif davranamama, gerekli kararları alamama ve üretememe sonucunu doğurdu. Bütün bunlar da, ülkemizin kalkınma hamlelerinin güdük kalmasına yol açtı.

Yeri geldi, hükümetler istifa etti, yeri geldi Başbakan şapkasını aldı gitti. 1-2 dönem hariç, koalisyon hükümetlerinin ömrü 2 yılı geçemedi. Olan, her zaman ülkemize ve saf, masum ve geçim derdindeki sade vatandaşa oldu.

5- Askerin, sivilin, siyasetin, bürokrasinin, özel sektörün yani neticede herkesin, kendi alanında kendi işini en iyi şekilde yapması gerekirken, adeta herkes güç ve otorite benim modunda gidince, olan ülkemize ve geçim derdindeki masum vatandaşlarımıza oldu. Çünkü ülkemiz her alanda fakirleşti.

Öyle ki, bir dönem, aklımıza gelen tüm anayasal kurumlar kendisini ülkenin yegane sahibi görmeye başladı ve yönetime sürekli müdahale etti: mesela asli görevi eğitim olması gerek YÖK bile yönetime burnunu sokuyordu. Yalan mı?

6- Celal Bayar dışında (ki o da neticede bir bakıma asker hüviyetindedir) diğer Cumhurbaşkanlarımızın tamamı (taa ki rahmetli Turgut Özal’a kadar) asker kökenli olduğundan, 7 yılda bir yapılan Cumhurbaşkanı seçimleri ülkeyi hep germiştir. Bu gerginlik ise ülkemize her alanda negatif olarak yansımıştır.

Neticede, darbelerden dolayı ülkemiz çok şeyler kaybetti. Her yönden fakirleştirildik: Ekonomi, siyaset, sanayii, tarım, teknoloji, ahlâk, vs vs.

Darbe yapanlar da, darbenin mağdurları da bugün bir çoğu toprak altında. Eminim ki orada hesaplaşıyorlardır. Ancak ülkemize kaybettirilen onlarca yılın hesabını kim ya da kimler verecek? 

Bu asil, necip, fedakar ve imanlı milletin suçu ne idi?

Selam, sevgi ve saygıyla!..

Yorumlar (9)
Basri Genç 4 yıl önce
Eline emeğine sağlık müsteşarım
Rıfat Çetiner 4 yıl önce
Sayın müsteşarım bu bayram gününde sonunda okuyup bilgilerimizi tazeleyen yeni bilgiler edinmemizi sağlayan makaleniniz için teşekkürler yüreğinize kaleminize sağlık
Recep KOÇER 4 yıl önce
Yazılarınızı tamamen katılıyorum. Sayın Müsteşarım;
Darbe DEMEK: yokluk, kıtlık, kuyruk, haksız, hukuksuzluk aklıma geliyor. Rabbim; Bir daha ülkemize bunları yaşatmasın. Selam ve saygılarımla.
Çağman Sözüpek 4 yıl önce
Gönül arzu ederdi ki yazıdaki tespitlere aradan yıllar geçtikten sonra ülkenin kahir ekseriyeti iştirak etsin. Ne yazık ki hala darbeleri savunan ve memnuniyet duyanlar var. Ben tespitlerin tarafsız ve objektif olarak yapıldığını düşünüyor, tamamına katılıyorum.
Çağman Sözüpek 4 yıl önce
Gönül arzu ederdi ki yazıdaki tespitlere aradan yıllar geçtikten sonra ülkenin kahir ekseriyeti iştirak etsin. Ne yazık ki hala darbeleri savunan ve memnuniyet duyanlar var. Ben tespitlerin tarafsız ve objektif olarak yapıldığını düşünüyor, tamamına katılıyorum.
Çağman Sözüpek 4 yıl önce
Gönül arzu ederdi ki yazıdaki tespitlere aradan yıllar geçtikten sonra ülkenin kahir ekseriyeti iştirak etsin. Ne yazık ki hala darbeleri savunan ve memnuniyet duyanlar var. Ben tespitlerin tarafsız ve objektif olarak yapıldığını düşünüyor, tamamına katılıyorum.
Nurettin CENGİZ 4 yıl önce
Gerçekten Duyguların tavan yaptığı bir makale.Dilerim Allahtan güzel ülkemiz bir daha bu gibi zorbalıklara maruz kalmaz.Elinize ve yüreğinize sağlık Sayın Müsteşarım.Selam ve saygılarımla.
Mehmet Bahadır 4 yıl önce
Analizlerinize, tespitlerinize aynen katılıyorum. Ama ne yazıkki milletin tercihine değil de darbelere güvenenler az da olsa halen var bu ülkede, yazık. Sizi tebrik ediyorum. Elinize yüreğinize emeğinize sağlık üstadım..
Bütün Yorumları Görmek İçin Tıklayın
12
az bulutlu